Popüler Sinema

Paylaş
Röportajlar

Kıvılcım Akay: "Belgesel sinema hislere odaklanmalı!"

Kıvılcım Akay: "Belgesel sinema hislere odaklanmalı!"
Yazar: Fırat Sayıcı

Sorularımı bu kez, önemli festivalleri dolaştıktan sonra şu sıralar Blutv'de yayınlanan "Amina" belgeselinin yönetmeni olan Kıvılcım Akay'a yönelttim. 

 

Öncelikle biraz kendinden bahseder misin?


2008 yılında Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümünden mezun oldum ve mezun olur olmaz İstanbul’a yerleştim. Bir süre müzik klipleri çektim. Sonrasında daha düzenli bir iş arayışıyla beraber kendimi reklam sektöründe buldum. Metin yazarlığı ve marka temsilciliği yaptığım bu süreçte kendimi reklam sektörüne hiç ait hissetmedim. Ancak bir yandan hızlı iş yapma pratiği ve tasarım gibi birçok beceriyi de reklam sektöründe geliştirdiğimi söylemem gerek. 2011 yılında kendi alanıma, sinemaya geri dönüş yapabilmek için Akay Filmi kurdum ve 2012 yılında TRT için Türkiye’nin ilk moda belgeseli olan “Modanın 100 Yılı” isimli belgesel serisini hayata geçirdim. Mecrası benim için çok fark etmiyor. Ortaya koyduğum işin izleyici tarafından kabul görmesi benzeri olmayan ve bir daha bırakamayacağım bir duyguya dönüştü. O süreçten beri üretmeye ve üreten insanlarla aynı hisleri paylaşmaya devam ediyorum. 

 

Senin için belgeselin tanımı nedir?


Birçok kişiye göre değişebilecek bir tanım. Etik meseleleri, biçimi üzerine fazlasıyla tartışılan ve bu yüzden de çok özgürleştirici olduğunu düşündüğüm bir alan.  Öncelikle kesinlikle “belgesel sinema” olarak tanımlamak gerektiğini düşünüyorum. Belgeselin sinemanın bir anlatı biçimi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Benim için, gerçeği kendi gözümle, kendi dilimle yeniden inşa etme süreci.  Gerçeğin çarpıcı tarafını merkeze alıp farklı estetik biçimlerle yeniden anlatma biçimi. Belgesel sinema mesaj kaygısı taşımamalı. Yarattığı duygunun karşılığı ne olursa olsun, hislere odaklanmalı. 

 

Biraz "Amina"dan ve onu çekme nedenlerinden bahseder misin?


Aklımda kurmaca film üzerine hikayelerin dönüp durduğu bir süreçte tanıştım Amina’yla. Hikayesi, duruşu ve gücü beni gerçekten büyüledi. Benden ne kadar farklı bir hayat yaşarsa yaşasın, aslında bir yandan çok benzediğimizi hissettim. Doğudan batıya göç etmiş bir ailenin çocuğuyum ve aynı zamanda ailemde Avrupa’ya göç etmek zorunda kalmış birçok insan var. Bu hikayelere yakından tanıklık etmek göç meselesine ve öteki kavramına daha yakından bakmamı ve anlamamı sağladı. Rengi ve milleti ne kadar farklı olursa olsun göçmenlik dünyanın her yerinde aynı duyguya tekabül ediyor. İki arada kalma duygusu; ne gidebilirsin, ne de kalabilirsin. Bu kadar yoğun hissettiğim bir meseleyi Amina’nın yaşamı üzerinden ortak bir paydada anlatmak benim için çok heyecan vericiydi. Bu hikayeyi ancak belgesel sinema üzerinden aktarabileceğimi düşündüm. İzleyicinin karakter odaklı filmler üzerinden bir duyguyu hissetmesi ve anlamaya çalışma deneyimi çok daha özel bir bağ yaratıyor. Bu belgesel filmi de bu fikirlerden yola çıkarak, gerçeğin çarpıcılığını, kurmacanın estetiğiyle bir araya getirerek inşa etmeye çalıştım. 


Sence hızla gelişen teknolojinin sinemaya ne gibi katkıları olabilir? Neler götürür?


Ortaya çıkan ne olursa olsun, denememize ve daha çok üretmemize olanak tanıyan tüm imkanlara sonuna kadar açığım. Dijitalin hayatımıza girmesiyle inanılmaz değişimler yaşıyoruz. Sinemanın biçimi de değişiyor. Mesela dikey perdede bir film izleyeceğim günü merakla bekliyorum. Kimi kesimi korkutsa da insanların dilediği şekilde üretebilme imkanı bulabilmiş olması beni çok heyecanlandırıyor. İyi iş ve kötü iş her zaman vardı ve her zaman olmaya devam edecek. Ayıklamak, keşfetmek ve aradığını yakalamak hem daha kolay, hem de daha zor olacak belki ama ben biraz sonuca odaklanıyorum. Neler götürür sorusuna gelince, sinema eskisi kadar kalabalık üretilen bir sanat olmaktan çıkıp, daha küçük topluluklarla da hayata geçirilebilecek bireysel bir forma doğru kayacaktır. Duygusal bir taraftan baktığım zaman benim için bir götürü olabilir ama aynı zamanda birçoğumuz için beklemediğimiz bir avantaja da dönebilir. 

 

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve yabancı yönetmenler kimler? 


Kutluğ Ataman’ın sinema üretimindeki çeşitliliği, sanatçı yönü ve görsel yaratıcılığı bana ilk gençlik yıllarımdan beri çok ilham verici gelmiştir. Zamanı algısına kattığı benzersiz bakış açısı ve filmlerini her izlediğimde beni olduğum dünyanın zamanından soyutlaması, Ömer Kavur’a hayranlık duymamın en öncelikli sebebi. Belgesel sinemada bana gerçekten ilham veren, Türkiye’den aklıma gelen ilk isim Gürcan Keltek. Anlatısını kalıplara uymadan, yaratıcı ve rüyaya yakın bir formda temellendirmesi ve bunu estetize edebilme yeteneğine çok saygı duyuyorum.   

Yabancı Sinemada; Federico Fellini, her filmini bıkmadan defalarca izleyebileceğim, izlerken içinde kaybolup gideceğim ve bundan zevk duyduğum, bana hayal kurmayı öğreten yönetmen. Reiner Werner Fassbinder, benim için sinemanın en asi sanatçı çocuğu. Sinemasındaki sert duruşun tuhaf bir çekiciliğe dönüşmesi beni en çok etkileyen yanlarından. Bu yönetmenlerin yanı sıra Stanley Kubrick, Sofia Coppola, Ingmar Bergman, Terry Gilliam, Lucreia Martel ve Claire Denis’i  de yazmadan geçemeyeceğim. 

 

Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere/belgeselcilere yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?


Bu konuda konuşacak çok şey var. Kesinlikle bir adaletten söz etmek mümkün değil. Ben bu işi hobi olarak görenlere ya da festivallerin lütuf tavrına tahammül edemiyorum. A sınıfı festivallerden tutun da küçük lokal festivallere kadar durum aynı. Festivallerin seçimlerinden tutun, organizasyonuna kadar her aşaması büyük hakkaniyetsizliklerle dolu. Uzun metraj kurmaca filminle festivale uçakla giderken, kısa metraj ya da belgeselle katılacaksan otobüsle ulaşım teklifi alabiliyorsun. Ya da hak hukuk, insan hakları denince mangalda kül bırakmayan festival yönetimleri, “biz kısa metraj ve belgesellere telif ödemiyoruz” gibi akla mantığa uymayan cümleler kurabiliyorlar. Teknik meselelere hiç değinmeyeceğim bile, zira defalarca perdede filmlerimin çöp edilişine şahit oldum. Sinemadan anlamayan, bu işin endüstrileşmesinin önünde bir duvar gibi duran her festival yönetimi sorgulanmalı. Daha da önemlisi bu işin bir standardı olmalı ve bunlar üreten insanların ihtiyaçlarından doğan kriterlerle oluşturulmalı. Ama elbette öncelikle popülariteden uzak, bir adalet duygusuna ihtiyaç var.

 

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…


Nefes aldığım sürece üretmek istiyorum. Hayatım boyunca belgesel sinema yapmak gibi bir takıntım yok. Anlatmak istediğim hikaye, içinde bulunduğum dönem ve koşullarda hangi anlatım aracıyla hayata geçebilecekse o yolu tercih ediyorum. Yeri geliyor resim yaparak bunu ifade ediyorum, yeri geliyor bir videoartla. Her üretim, her alan birbirini doğuruyor ve yeni alanlara yol açıyor. En son üzerine çalıştığım proje “X Land”, mokümanter estetiğini adapte edeceğim, odağına oryantalizm eleştirisini alan uzun metraj bir kurmaca film. Öncelikle bu projemi hayata geçirmeyi hayal ediyorum. 

 

twitter.com/firatsayici

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

ELEŞTİRİLER

Kısa Film ve Kapitalizm İlişkisi

Kısa Film ve Kapitalizm İlişkisi

Fırat Sayıcı

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter