(8.0/10)
Üye: Melis Zararsız
|
Yahudi soykırımı gibi bir vahşeti konu alan muhteşem filmler izledik bugüne kadar: Schindler’in Listesi, Piyanist, Hayat Güzeldir, Soysuzlar Çetesi ilk akla gelen, birbirinden farklı tür ve tatta filmler. Umut Bahçesi’nin de bu filmlerin arasında farklı tatta bir yeri olacak |
Ülkemizde bu hafta vizyona giren The Zookeeper’s Wife/Umut Bahçesi, Amerikalı kadın yazar Diane Ackerman'ın 2007 tarihli aynı adlı çok satan romanından uyarlanmış. Angela Workman’in senaryolaştırdığı filmin yönetmeni ise bu filmde de olduğu gibi genelde güçlü bağımsız kadın hikayelerini filmleştirmesiyle meşhur olan Niki Caro.
Filme ilham veren roman konusunu gerçek bir hayat öyküsünden almış. 1930’lu yıllarda Polonya Varşova’da hayvanat bahçesi işleten bir çift odağımız. Fakat filmin orijinal ismini de dikkate alırsak, asıl odağımız, bu çiftin kadın tarafı: Antonina Zabinski. Zira Antonina, oldukça özel bir kadın; saf ve sevgi dolu, hayat dolu. Yaptığı işe aşık. Hayvanlarla arasında özel bir bağ var. Bir bakıyorsunuz kucağında bir yavru kaplan, bir bakıyorsunuz bir filin doğumunda elleri kan içinde bebeğin nefes almasını sağlayarak onu hayata döndürüyor. Her sabah otuz iki diş gülerek elleriyle açıyor bahçenin kapılarını gelenlere. Beş yaşlarındaki oğulları da sevgiyle büyüyor burada. Derken şehirde yavaş yavaş Yahudilerin toplumdan soyutlanmalarını gözlemlemeye başlıyor çiftimiz. Beş yaşında çocuk bile soruyor, neden bu insanlar katırlar gibi yük taşıyorlar? Sonunda olan oluyor. Nazi Almanyası'nın lideri Adolf Hitler, 1939'da Polonya'ya saldırıyor, Varşova işgal altında. Hemen Yahudi gettoları oluşuyor. Yahudilerin uğrayacağı soykırımın adımları atılmaya başlanıyor. Zabinski çiftinin kendi aralarındaki konuşmalarına şahit oluyoruz: Çocukluklarından beri birlikte büyüdüklerini, iç içe yaşadıklarını, kim Yahudiymiş kim değilmiş hiç umursamadıklarını, bu durumun onları çok üzdüğünü anlatıyorlar ve bu sahnelerde biz bu çiftin haksızlığa tahammül edemeyen, vicdanlı, duyarlı, belirli bir dünya görüşüne sahip, sorumluluk sahibi insanlar olduklarını fark ediyoruz.
Varşova’nın işgalinin ardından hayvanat bahçesinin üst yönetimi Nazi yanlısı zoolog Lutz Heck’e geçiyor. Nazi Almanya’sının destek verdiği Lutz, o dakikadan itibaren Zabinski çiftine zor günler yaşatmaya başlıyor. Bombalamalar esnasında büyük hasar alan hayvanat bahçesi kapanmaya yüz tutunca, Yahudi arkadaşlarının tek tek gönderilmeye başlayacağını fark eden çiftimizin aklına bir fikir geliyor. Askerlere yemek sağlama amacı ile hayvanat bahçesini bir domuz çiftliğine çevirmeyi teklif ediyorlar, böylelikle Yahudi arkadaşlarını kurtarmak için bahçenin içinde başka bir düzenek kuracaklardır.
Yahudi soykırımı gibi bir vahşeti konu alan muhteşem filmler izledik bugüne kadar: Schindler’in Listesi, Piyanist, Hayat Güzeldir, Soysuzlar Çetesi ilk akla gelen, birbirinden farklı tür ve tatta filmler. Umut Bahçesi’nin de bu filmlerin arasında farklı tatta bir yeri olacak. Zira filmde işgali ve sonrasındaki vahşeti çok sert bir biçimde izlemiyoruz. Filmin odaklandığı kısım daha çok bu çiftin kendi hayatlarını ne derece tehlikeye atarak Yahudi arkadaşlarını kurtardıkları… Yani ara ara gerilimi oldukça iyi biçimde yükselterek, ama genelde yumuşak bir tonla, sevginin, insan olmanın, yaşama hakkının ortak payda oluşunu, işin insani kısmını parlatmış yönetmen. Bu arada çiftin kendi aralarındaki duygusal iniş çıkışlarına yer vermeyi de ihmal etmemiş, böylelikle filmi düz bir soykırım hikayesi anlatıyor olmaktan epey uzağa taşımış, zaten gerçek bir yaşam öyküsü olan bu olaya iyice empati kurmamızı sağlamış.
Güzel oyuncu Jessica Chastain, Antonina karakterine muhteşem bir performansla can verirken, eşi Jan rolünde Johan Heldenbergh de aynı şekilde etkileyici oyunculuğunu konuşturmuş. İçi dolu dolu yazılmış bir başka karakter olan Lutz Heck’i de ete kemiğe büründürmekte çok başarılı olmuş genç oyuncu Daniel Brühl. Urszula rolüyle Shira Haas da dikkat çekici. Filmle ilgili kaygılı bir merakım hayvanat bahçesinin talan edildiği sahnelerde perişan olan hayvanların çekimlerinde hayvanlara herhangi bir zarar gelip gelmediği yönünde. Bir diğer merakım ise bozuk bir aksanla da olsa karakterlerin İngilizce konuşmuş olmalarının ne kadar gerekli olduğu üzerine… Gerisi pür sinema.