Üye: Kerem Akça | Bir anlamda insan benliğindeki kötücül arzuların korku zemininde canlanmasını sağlayan bir alan diyebiliriz. Şeytan filmi özellikle son 45 yılda A sınıfında kimi muhafazakar olmasıyla eleştirilen, ama genelde olgun-realist vizyona sahip ve bambaşka türlerle iç içe geçen yapıtlarla yol aldı. Daha ziyade aynı motifleri-formülleri tekrar etmesi ve din ile haşır neşir olmasıyla burun bükülen alt tür, her şeye rağmen anılası bir tarihi sürece sahip. |
Genelde dini bir figür olarak bilinen ‘şeytan’, İncil’in yapraklarındaki ‘kötü ruh’ alıntılarıyla bir efsaneye dönüşmüştür. Bizde nasıl ‘cin’ kültürel bir değerse o da Amerikan halkı için aynı işleve sahiptir. Büyük oranda da bu korku, belli dönemlerde ‘muhafazakar korku’lar açığa çıktığı anlarda devreye girmiştir. Önceleri sinemada ‘canavar filmi’ alanında bilinen ‘şeytan’ figürü, sonradan böylesi bir ivme göstermiştir.
1957’de Jacques Tourneur’ün “İblisin Kurbanları” (“Night of the Demon”) büyü ile günümüze ‘yüksek ebatta’ gelen şeytanın temsilini yapmıştır. Bizim “Süt Kardeşler”deki (1976) ‘gulyabani’ temsiline de esin kaynaklığı noktasında önem arz eden bu eser, sonrasında 60’lardan itibaren yönelimini değiştirmiştir. Canavarlıktan çıkıp belli bir bedene giren ‘doğaüstü güç’ haline gelmiştir büyük oranda.
1968 yılında Roman Polanski’nin “Rosemary’nin Bebeği”ne (“Rosemary’s Baby”) getirdiği ‘ciddi’ ve ‘olgun’ doku alt türün şansının açılmasını sağlamıştır. Bir anlamda ‘gerilim’li dönüşümün tarikatlar, okült gruplar, vudu büyüleri ve inanışlarla ‘şehir hayatındaki satanizm’ algısı adı altında yorumlaması o zamana göre önemli bir yere oturtmuştur. Polanski’nin yüksek bina ebadında tekinsiz tema müziğiyle yarattıkları bir ‘çatı katını elleriyle kemirme’ algısı yaratmıştır. Hamilelik meselesiyle “Kutsanmış” (“Bleesed”, 2004), “Kurban” (“El Segundo Nombre”, 2002) ve “Grace” (2009), tonlamasıyla “Dokuzuncu Kapı” (“The Ninth Gate”, 1999) en belirgin takipçileridir bu eserin.
Bunun devamında da ‘demon-possession’ kavramının ışığında ‘şeytan çıkarma filmi’, ‘içine şeytan giren çocuk filmi’, ‘şeytan dünyaya indi filmi’, ‘şeytan olgun bir bedene girdi filmi’ olmak üzere çeşitli formüller ya da alt-alt türler devreye girmiştir. Katolik kilisesini ve dinciliği eleştirmek üzerine konumlandırılan bu tamlamalar, bir anlamda din ile haşır neşir olup tutucu durma açmazına da zaman zaman düşmüşlerdir. Bunlardan birincisini özüne alan “Şeytan”ın (“The Exorcist”, 1973) fenomene dönüşmesi bir yana kilisenin her şeyi kilisenin kurtardığı görüşü ve kötüyü kovma duruşu keskin bir muhafazarlık getirir.
Zira ‘şeytan çıkarma filmleri’ bir anlamda bu riski beraberinde getirir. Zira rahip ile şeytanın ilişkisini, yani ‘iyi’ ile ‘kötü’nün ebedi rekabetini, ‘din’ odaklı inceler. “Agnes of God” (1985), “Stigmata” (1999), “Kayıp Ruhlar” (“Lost Souls”, 2000), “Şeytan Çarpması” (“The Exorcism of Emily Rose”, 2005), “Requiem” (2006), “Semum” (2008), “Ayin” (“The Rite”, 2010), “İblis” (“La Posesion de Emma Evans”, 2010), “İçimdeki Şeytan” (“The Devil Inside”, 2012) gibi eserler büyük oranda bu riski taşırlar. Çünkü bu geleneğin temelinde genelde bir rahibin içerideki ‘kötü’yü çıkarıp insanı arındırmasını ele aldığı bilinir. ‘Evil’ ve ‘devil’ kavramları da bu noktada çatışır.
Bunlardan “Requiem”in Alman yönetmen Hans-Christian Schmid’in katkısıyla bu riski ‘gerçekçi’ bir orta sınıf aile dramına çevirdiği, ‘çarpma’yı ise bir ‘bit yeniği’ olarak görmesi önemlidir. Bu konuda el kamerası keskinliği taşıyan realist dokunuşla “İçimdeki Şeytan” gibi ‘sahte belgesel’ ya da meşhur ‘bulunmuş kayıt’ görüşünü kalkındırarak çöp izlenimi veren bir eseri altı sene öncesinden kalkındırmasıyla da öne çıkarılması mümkündür.
“Kehanet”in (“The Omen”, 1976) duruşu ise bu kavramlardan ‘ikincisi’ ışığında hareket eder. Büyük oranda da şimdilerde ‘tedirgin edici-korkunç çocuk’ motifinin doğmasında bu filmin seriye dönüşüp fenomen olmasının rolü büyüktür. Öncesinde böylesi kullanımlar olsa da ‘Omen’in ismi kadar büyük olmamıştır hiçbiri. “[REC] 2” (“[Rec] 2”, 2009) ve “39. Dosya” (“Case 39”, 2009) gibi biri kıyamet paranoyasını, diğeri aile içi şiddet düşüncesini geliştiren eserlerdeki etkisi de yoğundur. Ancak daha ziyade “Mısır Çocukları” (“Children of the Corn”, 1984), “Altıncı His” (“The Sixth Sense”, 1999) ve “Tanrıdan Gelen” (“Godsend”, 2004) gibi ‘figürsel’ olarak iz bıraktığı filmler vardır bu Richard Donner filminin.
‘Şeytanın olgun bir bedene girdi filmi’ ise büyük oranda “Şeytan Çıkmazı” (“Angel Heart”, 1987) ve “Şeytanın Avukatı” (“The Devil’s Advocate”, 1997) bedeninde ortaya çıkmıştır. Birincisinin ‘neo-noir’ çizgileriyle ayin yapan, hayvanları öldüren ve bir polisi peşine takan yüzüklü ‘De Niro’ bedenli şeytanı, büyük oranda ‘bellek egzersizi’ adına işler. Bir mafya patronu gibi kullanılır. İkincisinde ise De Niro’nun yerini Pacino alır ve bir ‘avukat’ karşımıza çıkar. Her ikisinin de şehir hayatında yükselişe, girişime ihtiyacı olan kariyerlerini geliştirme, statüsel yükseliş sağlama için bir metafordur bu. Şeytan filmini ‘olgunlaştırma’ sürecinde, ‘realist türler’le iç içe geçmesinin önemli üretimlerini sunmaları önemlidir.
Büyük oranda da aslında Louis Cypher ve John Milton mihenk taşı olmuşlardır. “Constantine”in (2005) bu olgun korku geleneğine ‘doğaüstü dedektifliği’ üzerinden yaklaşımı, bir anlamda kara film ve mahkeme filmi gibi kitleyi geliştiren tür omurgalarını farklı bir boyuta taşıdığı kesindir. Büyük oranda da bu filmler ‘tür füzyonu’ yapıları, sürprizli halleri ve mükemmeli arayış düşünceleriyle felsefe ve değişim aşılarlar. “Fallen”ın (1998) polisiye ile yaptıkları da ‘gerçekçilik’ adına bunun akrabasıdır.
Şeytanın dünyaya inmesini ele alan “Karanlıklar Prensi” (“Prince of Darkness”, 1987) ve “Şeytanın Günü” (“End of Days”, 1999) ise bir anlamda ‘fark’ yaratmayı kafaya koymuşlardır. Zira artık eskisindeki gibi çok abartılı bir ‘öteki’ temsili yaratılmaz. John Carpenter imzalı birincisi, kilisede yatan sırları, bir grup medyumun yaptıklarını ele alırken ‘açığa çıkan doğaüstü güç’le yürümeye başlayan insanların eline ‘şehir tehdit’i görevini vermiştir. Bu da omurgasal deformasyon getirecektir. İkincisi ise aksiyon filminin içinde şeytan benliğini geçirirken bir anlamda ‘polisiye’ tanımıyla da “Şeytan Çıkmazı”na yakın durur. Ancak şeytanı canavarlaştırıp biraz daha ‘hakim olmayan renklerle’ temsil ederek bu konuda bir hiççilik salgılar. Bu da aksiyonla o filmin düşüncesini iç içe geçirecektir.
2000’ler büyük oranda “Constantine”in ‘doğaüstü dedektiflik’ hikayesinin izinde ‘fantastik’ dokuda cereyan eder aslında. “Solomon Kane”in (2009) benzer bir duruş izlemesi, “Kana Susadım”ın (“Jennifer’s Body”, 2009) gençlik filminden şeytan algısını çıkarıp bir anlamda ‘aşırı güzellik’ meselesini eleştirmesi de önemlidir. Ancak elbette artan gerçeklik düşüncesi de bu iblis, lucifer gibi kelimelerle anılan ‘melek’in karşıtı ‘kötü’yü karşımıza çıkarır. Ana hedef İncil’de de suretlerde var olan bu efsanevi varlıkları bir ‘niye geldi?’ düşüncesiyle sarmak, bunun ışığında da ‘kötü-iyi’ çatışmasının izinde bir şeyleri belirlemektir. Şeytan filmi vampir filmi kadar gevşek ve yıllara yayılarak yükselen, tabiri caizse her yerden bir ‘kol’ çıkaran bir alan değildir. Ama özellikle 70’li 80’li yıllardaki ürünleriyle anılabilecek alt türün, formüllerine ya da alt-alt türlerine halen fırsat bulunduğunda başvurulmaktadır.
Kerem Akça
twitter.com/kerem_akca