Popüler Sinema

Paylaş
Eleştiriler

Hasetten Kuduranlar ya da Festival Sıkıntısı

Hasetten Kuduranlar ya da Festival Sıkıntısı
Yazar: Konuya başka bir yerden girmeme müsaade edin. 2 Aralık 2005’te Kim Ki-duk’un “Yay” adlı filmiyle ilgili yazımda yönetmene yönelik şunları söylemişim: “(…) Kim Ki-Duk’a … naçizane fikrimizi söyleyelim: (…) sendeki bu kıskançlıkla bu iş zor yürür arkadaş. 'Yay' Kim Ki-duk’un 12. filmiydi. Umarız 13.sü bir kıskançlık cinayetini anlatmaz.”

 

Kıskançlık cinayetiyle Ki-duk’un gerçek hayatta bir cinayet işleme ihtimaline işaret etmiştim. Kim Ki-duk “Yay”dan sonra 3 film daha yaptı. 2008’deki 15. filmi “Rüya”da neredeyse bir oyuncusunun ölümüne neden oluyordu. Bu olay Ki-duk’u çok sarsmıştı. Film yapmanın anlamını sorgulamaya başladı. Yine de yeni bir film yapmaya kalkıştı fakat yapımcıları onu yarı yolda bıraktılar. Ki-duk iyice bunalıma girdi ve inzivaya çekildi. Üç yıl boyunca film yapmayı bıraktı. Ta ki geçen yıla kadar. Kim Ki-duk geçen yıl sinema dünyasının gördüğü en garip filmlerden birini yaptı. Tek başına oynadığı bu filmde Ki-duk önce kendi kendiyle hesaplaşıyordu. Sonra oyunculara hakaret etmeye başlıyor, en nihayetinde tabancasını kuşanıp, nefret ettiği herkesi öldürüyordu. “Arirang” adlı bu film İstanbul Film Festivali’nde bu yıl gösterildi. Bir oyuncusunun ölümüne neden olabileceği korkusuyla film yapmayı bırakan Ki-duk, “Arirang”la cinayet fantezilerini filme almıştı. “Arirang” Ki-duk’un gerçekte yaptığı en iyi şeyin sinemayı bırakmak olduğunu düşündürüyor insana. Gerçekten de intikam almak, düşmanlarınızla hesaplaşmak, kişisel rekabetinizde üstünlük sağlamak için film yapmamalısınız. Eleştirmenlerin de, güç gösterisi yapmak, en akıllı benim demek, yönetmen dövmek vs. için yazı yazmaması gerektiği gibi. Sanatçılar ve eleştirmenler kim için, ne için yapıyorum bu işi diye sormalı. Çok özel konumlar bunlar, herkese nasip olmuyor. Kişisel kavgaların yapılacağı yerler buralar değil, olmamalı. 

 

“Yeraltı” ne yazık ki açık bir şekilde Demirkubuz’un Nuri Bilge Ceylan’dan ve eski solcu arkadaşlarından intikam alma filmi olmuş. “Kıskanmak”a kadarki filmleriyle Zeki Demirkubuz sinemamızın son yıllarda çıkardığı en orijinal isimdi bana göre. Kendine özgü bir sinema dili, kendine özgü bir estetiği vardı. İçeriği hep sorunluydu, o başka. Demirkubuz dışarıda da ilgi gördü, retrospektifleri yapıldı, Cannes’ın yan bölümü “Belirli Bir Bakış”a iki filmiyle birlikte katılma başarısını gösterdi. Ama ne Berlin’in, ne Venedik’in ne de Cannes’ın resmi yarışmalı bölümlerine seçilemedi. Dolayısıyla da bu festivallerden Kaplanoğlu ya da Ceylan gibi ödüllerle dönemedi. Bence katılmayı da, ödül kazanmayı da hak ediyordu ama olmadı.

 

“Yeraltı” hiç hoşlanmadığı ve kendisinden hoşlanmayan adamların arasında bir yer edinmeye çalışan bir adamın hikayesini anlatıyor. İstenmediği bir yemeğe inatla, zorla kendini davet ettirir Muharrem (Engin Günaydın). Muharrem’le Demirkubuz’un yolu böylece kesişmeye başlıyor. “Yeraltı” tipik bir Demizkubuz filmi değil, daha çok yurtdışı festivalleri için film üretmekle suçladığı yönetmenlerin filmlerine benziyor; üslubuyla, temposuyla, ışığıyla… Yavaş sinema denilen sinemaya yakın bir film bu, bildiğim bütün Demirkubuz filmlerinden daha yavaş tempolu ve daha sıkıcı. Yine bildiğim bütün Demirkubuz filmlerinden daha “güzel” görüntülere sahip bir film “Yeraltı”. Daha iyi ışıklandırılmış, daha estetize edilmiş. Oysa Demirkubuz’u Demirkubuz yapan, filmlerinin o kendine özgü çiğ estetiğiydi, ucuz gibi görünmesiydi, anlattığı yaşamların sakilliğine uygun düşen bilinçli ve özenli sakilliğiydi. Demirkubuz o davet edilmediği “şık” partilere girmek için, o nefret ettiği insanlar gibi olmaya yönelmiş. “Şık” bir film yapmış. Ama özgün bir film olmamış, herhangi bir başka zanaatçının da çıkaracağı bir film olmuş “Yeraltı”.

 

Ama filmin tek kusuru özgün bir dili, estetiği olmayışı değil. Daha önce de söylemiştim, Nuri Bilge Ceylan’a açık göndermeler var filmde. Muharrem’in en nefret ettiği kişi bir yazar. Bu yazarın ödüllü kitabının adı “Ankara Sıkıntısı”. Bu göndermeyi görmemek tabii ki mümkün değil, elbette Ceylan’ın “Mayıs Sıkıntısı”na gönderme yapılıyor. Başka bir şey olamaz, nokta. Yazar ödülünü aldığında, heykelciği bildiğimiz bir tarzda kaldırıyor ve çok sevdiği Ankara’ya ithaf ediyor; Ceylan’ın yalnız ve güzel ülkesine ithafı gibi. Yazarın aldığı ödülün adı bile Akkoyunlu ödülü, Ak”ceylan”lı denmediği kalmış. Yazar, Muharrem tarafından başkalarının fikirlerini çalıp çırpıp,  kendi fikirleriymiş gibi sunmakla ithaf ediliyor. Demirkubuz’un Ceylan’ı gerçek hayatta böyle itham ettiği de yaygın bir dedikodu olarak yıllardır ortada dolaşır.  

 

Peki, bunlardan bize ne? Sinema salonları yönetmenlerin kozlarını paylaştıkları arenalar mıdır? Bu kavga seyirciye ne verir? Haset insani bir duygudur ama denetlenemediği zaman sonuçları herkes açısından acı olur. Bu film, denetlenemeyen ve kişiyi esir alan bir hasetin belgesi olmuş. Demirkubuz’a akıl verebilecek kimse yok muymuş çevresinde? Nefret ettiği şeyin kötü bir taklidine dönüştüğünü, dönüşürken o nefret ettiği şeyin özgünlüğünü ıskaladığını da kimse görmemiş mi?

 

Film romanı sakatlayarak aktarmış. Mesela filmdeki önemli hikayelerden biri Muharrem’in bir fahişeyle ilişkisine değindir. Kitabı yeni okumadım ama hatırladığım kadarıyla Muharrem fahişenin, gururunu okşar önce, egosunu şişirir ve sonra patlatır o egoyu. Oysa filmde şiştiğini görmediğimiz bir egonun patlatılma anını görüyoruz. Haliyle patlama da patlamaya benzemiyor. Hatta bir şeye benzemiyor. 

 

Bir de kadınlara bakış meselesi var, hep olduğu gibi. Filmde Muharrem’in evine temizliğe gelen bir kadın var. Bu kadın, Demirkubuz filmlerinde genellikle olduğu gibi bir tür femme fatale. Bir bakarsın adamı öldürmeye kalkar, bir bakarsın öldürmeye kalktığı adamla evlenir. Kadınlar, bu dünyanın hamamböcekleri gibidir, nükleer savaş çıksa bile yine de yollarını bulup hayatta kalırlar! Erkeklerin onları hamamböceği gibi öldürmesi de belki de bundandır. Bir çok Türk erkek yönetmenin kadınlara bakış açısı bu, sadece Demirkubuz’unki değil. Demirkubuz’un “solculuk” eleştirisi de çok sığ. Karakterler sığ da ondan denmesin. Burada belden aşağı bir vuruş var. 

 

Bir filmi seyretmenin en iyi yeri festivaller değil. Günde birkaç film izlenen bir ortamda filmler üzerine uzun uzun düşünülemiyor. “Yeraltı”nı bir kez daha seyretsem belki fikrim değişir. Ama filmi ilk izlememden hiç tat almadım. Ne Muharrem beni ilgilendirdi, ne de çevresindeki diğer insanlar. “Festival Sıkıntısı”dır belki de. İçeriğiyle ilgili sorunlarım olsa da, mesela “Kader” gibi bir filmi her zaman görmeyi arzularım. Demirkubuz umarım hasedi, kıskanmayı aşar, kendisi olarak film yapmaya geri döner. Cannes çağırmazsa çağırmasın, kimin umurunda. Zaten öyle de çağırmıyor, böyle de.    


Cüneyt Cebenoyan

 

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

ELEŞTİRİLER

Kısa Film ve Kapitalizm İlişkisi

Kısa Film ve Kapitalizm İlişkisi

Fırat Sayıcı

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter