Popüler Sinema

Paylaş
Eleştiriler

The House That Jack Built

The House That Jack Built
(8.4/10)
Yazar: Seza Köreken Yalçınkaya

The House That Jack Built, her filmiyle tartışmalar yaratan yönetmen Lars Von Trier’in 2018 çıkışlı filmi. Bu filmle Trier 2011’de Cannes Film Festivali’ndeki açıklamasından dolayı özür dilemekten çok kendi iç sorgulamasını yapmaya devam ediyor. Hatırlanacaktır, toplantı sırasında yaptığı espri de aslında sürekli kendisini sorguluyor oluşunun bir sonucuydu. Filmi o polemiklerlerden ayrı düşünmek gerekiyor çünkü o noktaya takılı kalındığında filmin okuması kısır kalıyor.


Yönetmenin daha önceki filmlerini izleyenler bu sefer de hangi duygularla karşılaşacağını tahmin edebilir. Film kamera kullanımıyla, hikayeyi anlatış biçimiyle ve temposuyla tam bir Trier yapıtı. Yönetmen, Hitchcock gibi bir ustalıkla filmle izleyiciyi manipüle etmeyi yine başarıyor. Sürekli rahatsız ve gergin olan izleyici anlık rahatlayıp güldüğü sahneler de bile neye güldüğünün farkına varıp kendini sorguluyor. İzleyicinin bir seri katille özdeşim kurmasını sağladığı gibi sanat yapıtı ortaya koymak ve cinayet işlemek arasında garip ama mantıklı bağlar kurarak izleyicideki rahatsızlık duygusunu gittikçe arttırıyor.  Cinayet kötü bir şeydir ama sanatçının bunu manipüle ederek komik hale getirebilir olduğunu film hem içerik olarak seyirciye sunuyor hem de seyirciye bunu yaşatıyor. Bu noktada Trier sanatçıyı kendisiyle yüzleştirirken kendisiyle de yüzleşiyor.


Bir sanat yapıtı ortaya koyduktan sonra sanatçı sıfırlanıyor. Haz aldığı ya da acı çektiği bir durum yok. Sanat yapıtı görülür hale geldiğinde haz duymaya başlıyor ama bununla beraber acı da geliyor. Zamanla bu iki duygu eşitlenip kırılma noktası oluşuyor ve acı gittikçe artıyor. Tekrar sıfırlanmak için yeni bir yapıt ortaya koyuyor. Bunu anlatmak için Trier iki ışık arasında yürüyen insanın gölgesini metafor olarak ortaya koyuyor ve bunu da animasyonla gösterme yolunu tercih ediyor. Sıfır noktasındaki sanatçı hep arzu ettiği sınırsız özgürlüğe bir süreliğine ulaşmış oluyor, bir seri katil de cinayet işlemekle sanatçıyla aynı duyguyu paylaşmış oluyor. Hatta Trier filmin bir noktasında özgürlük bağlamında liberalleşmeyi de sanatçı ve seri katille aynı hale getiriyor. Jack’in düşünce yapısı her şeyi nesnelleştirmeye çalışıyor ve seyirciyi rahatsız eden taraf da bu oluyor. Trier bu tür bir düşünceyi savunduğu için değil aynı rahatsızlığı izleyici de duysun diye böyle bir yapıt ortaya koyuyor. Aynı yaklaşım yönetmenin önceki filmlerinde de görülebilir.


Teknik açıdan Trier kendi dilini sürdürüyor. Bu filmde imgelem olarak renklere ağırlık vermiş. Özellikle kırmızı ve sarı öne çıkan renklerden. Kullanılış biçimleri de hem beş ayrı vakanın birbirine bağlanmasında hem de atmosfer bütünlüğünde etkili oluyor. İzleyici daha ilk sahneden kırmızıyı o kadar yoğun görüyor ki tehlikenin yaklaştığını fark edebiliyor. Cinayetlerin gerçekleşeceği ortamların genelde sarı olması da çaresizlik hissini destekliyor. Tüm bunların yanında 1970’lerden bir hikaye anlatan yönetmen o dönemin renklerine de sadık kalmış gibi görünüyor.


Jack’in OKB (obsesif kompulsif bozukluk) oluşu ve bir şeyler için sürekli doğru materyali arayıp bulması fakat sonuçta hep daha fazla hata yapmasına sebep olması sanat yapıtı ortaya koymaya çalışan her insanın anlayabileceği bir durum olarak veriliyor. Bunun yanında Jack’in evini tasarlarken ve yaparken içinde bulunduğu mükemmeliyetçi tutum Jack’in sonuca ulaşmak için sapkın bir yol izlemesine sebep oluyor. 


Jack’in azraili Verge kimi noktalarda görüntülere müdahale edebiliyor. Bu noktada artık Verge de bir izleyici. Jack ve Verge’ün sürekli dış ses olarak birbirlerine karşı argüman üretmeleri kimi zaman didaktik bir hal alsa da anlatıma katkı sağlıyor. İkonalar ve toplu katliamlar üzerine tartıştıkları sahnelerde görüntülerle uyumlu olarak bir orta sınıf eleştirisi yapılıyor. Çünkü bahsedilen ikonaların tarihe geçmesindeki en büyük etken orta sınıfın desteği olmuştur. Jack’in Saftirik’le olan sekansında da aynı eleştiri rahatça görülebiliyor.


Işığın kişinin bakış açısına göre karanlık olabileceği, gördüğümüz ve emin olduğumuz şeylerin sorgulanması gerektiği konusunda işaret veriyor. Filme işlenen, insan gördüğü her şeye şüpheyle yaklaşmalıdır düşüncesini üretilen argümanlardan izleyici rahatça anlayabiliyor. Böyle bir durumda oluşan huzursuzluk hissi de izleyiciye eşlik etmiş oluyor. 


Trier kendi iç sorguları, orta sınıf eleştirisi, sanatın kutsal olması ama bu hissin olarak farklı şekillerde nesnelleştirilebileceği gerçeğini tek bir anlatıda birleştirebiliyor. Aynı zamanda izleyiciyi de kendisiyle yüzleşmeye zorluyor. İzlemesi zor filmlerin yönetmeni Trier kendisinden beklenenden fazlasını izleyiciye vererek birden fazla kere izlenerek anlamı artacak bir yapıt ortaya koyuyor.

 

twitter.com/_cheshirekedisi

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

HABERLER

Melisa Uzunarslan'ın "Geçmiyor Günle...

Melisa Uzunarslan'ın "Geçmiyor Günle...

Yakup Tekintangaç'ın Yeni Kısa Filmi &quo...

Yakup Tekintangaç'ın Yeni Kısa Filmi &quo...

43. İstanbul Film Festivali 17-28 Nisan’...

43. İstanbul Film Festivali  17-28 Nisan’...

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter