Yazar: Fırat Sayıcı |
Öncelikle biraz kendinden bahseder misin?
1990 yılında İzmir’de doğdum. Sinema yolculuğum genç yaşta başladı; lise yıllarımda hikâye anlatıcılığına duyduğum merak, 2008’de Rotary değişim programıyla gittiğim Meksika’da kültürler arası deneyimlerle daha da güçlendi. Üniversite yıllarımda pek çok kısa film çektim; neredeyse hepsi Türkiye’deki kadınların yaşadığı zorluklarla ilgiliydi. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Yönetmenlik Bölümü’nden mezun olduktan sonra, 2015’te kendi yapım şirketim Taranç & Taranç Film’i kurdum ve ilk uzun metrajlı filmim Yağmurlarda Yıkansam’ı bağımsız olarak çektim. Çok bilinmese de aynı zamanda besteciyim ve 2017’den beri bağımsız olarak kendi şarkılarımı yayımlıyorum. 2017’de Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde yüksek lisansımı tamamladım.
2018’de başlattığım “Kadın Yönetmenler Haftası”, zamanla “İzmir Uluslararası Kadın Yönetmenler Festivali”ne dönüştü ve hâlen bu festivalin kurucu direktörlüğünü yürütüyorum. Seçtiğim hikâyelerde toplumsal hafıza, göç, aidiyet ve kadın hikâyeleri önemli bir yer tutuyor.
Senin için belgeselin tanımı nedir?
“Hem zamanı dondurmak hem de zamanı eşelemek…” Benim için belgesel tam olarak böyle bir şey. Bir yandan seçtiğiniz konuya dair birçok ayrıntıyı toplayıp derinleşiyorsunuz, bir fikir ediniyorsunuz; ama kurgusal bir filme kıyasla duygusunu da gerçeklikten uzaklaşmadan yaratmanız gerekiyor. Bu süreç, zihni besleyen ve açan bir yaratım süreci. Zihin farklı konularla meşgulken aslında daha çok rahatlıyor. Mesela ben bilimle ilgili makaleler okumayı çok severim; belki hiçbir işime yaramayacak bir bilgiyi öğrenmek bana iyi gelir, çünkü yenidir ve zihnimi tazeler. Bu soruyu 10 yıl önce çok farklı yanıtlayabilirdim. Bugün belgesel çok daha başka bir noktaya evrildi. Bunun biraz maddi koşullarla da ilgili olduğunu düşünüyorum. Eskiden de çok zordu ancak şuan kurmaca bir film yapmak maddi olarak çok çok daha zor. Önceden daha doğaçlama ilerleyen bir alan iken, artık çok daha kurgusal bir noktaya evrildi. Eskisi gibi değil yaratım süreçleri; geçmişte yolda şekillenen bir hikâyenin gidişatına yönetmen bu kadar müdahale etmiyordu. Bugün çok daha fazla müdahale edebiliyor. Belgeselin etiğini elbette bir kenara koyamam ama kendi bakış açımda hikâyeye mümkün olduğunca müdahale etmeden, onu yönlendirmemeye çalışarak ilerliyorum.
Biraz "Dedemin Evi"nden ve onu çekme nedenlerinizden bahseder misin?
Dedemin Evi bizim için çok özel bir yolculuktu ve festival gösterimleriyle bu yolculuk hâlâ devam ediyor. Filmin anlatıcısı ve senaristi Buğçe Çalışkan aslında Dedemin Evi’ni bir kitap olarak hayal etmişti. Fakat o hikâyeyi anlattıkça, ben de meraklandım ve bu yolculuğu mutlaka gidip yerinde deneyimlemek istedim. Bunun bir belgesel olarak çok daha fazla kişiye ulaşacağını düşündüm.Babam Ragıp Taranç ile ilk kez bu projede birlikte yönetmenlik yaptık. Yola çıkmadan hemen önce babaannem vefat etti ve yolculuğumuzun ilk durağı babaannemin babasının köyü Dimetoka oldu. Ailemiz Balkan Savaşı sırasında oradan İzmir’e göç etmiş. Aynı şekilde annemin ailesinin bir kısmı Selanik’ten, bir kısmı ise Romanya’dan İzmir’e gelmiş. Ben Balkan göçmeni bir kültürün içinde büyüdüm ama bu kadar yakın bir geçmişe dair ayrıntıları gidip görmeden önce bilmiyordum.Oraya vardığımızda “orada bir köy var uzakta” dediğimiz yerin aslında hiç de uzak olmadığını gördük. Manzaralar, evler, insanlar… Sanki Türkiye’de herhangi bir Ege kasabasındaydık. Bu keşif hem şaşırtıcı hem de çok duyguluydu.
Sence hızla gelişen teknolojinin, belgesel filme ne gibi katkıları olabilir? Neler götürür?
Yapay zeka çok iyi bir asistan. Bütçelemeler olsun, planlamalar olsun harika iş çıkarıyor ancak yaratıcı olarak katkı koyabileceğine inanmıyorum. Belki animasyon alanında ileri de daha da fazla gelişmeler olacak ve insanlar anlatımlarına katkı açısından malzeme yaratmak için başvuracaklar. Bir metnin yapay zekâdan çıkıp çıkmadığını yavaş yavaş anlamaya başlıyoruz.
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve yabancı yönetmenler kimler?
Akdenizli yönetmenleri çok seviyorum tabiki favorilerim var. Angelopoulos ile ölümünden çok kısa süre önce tanışma fırsatım olmuştu, bir hafta kadar bir süreyi birlikte geçirdik, filmlerini bizlerle izleyip sonrasında çözümlemelerini yapmıştı. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde okurken okulumuza gelmişti, ilk yılımdı. İnanılmaz komik ve mizahı çok yüksek bir adamdı ancak ele aldığı konular o kadar ciddiydi ki bu tezatlık bana çok erdemli gelmişti... Bir başka konu ise benim için asla ölmemiştir. Sanatçının eseriyle ölümsüz olması fikri orada bana bir yerleşti ve üstünden 16 sene geçmiş düşünüyorum yürüdüğüm yolu... Kendime çok eziyet etmişim, bir gün hepimiz öleceğiz beni hatırlayan kitle izleyicim mi olur sevdiklerim mi olur bilmiyorum ama iyi hatırlanmak isterim, o da benim cennetim. Gerçi bu bizim işte mümkün değil çünkü çatışmadan, çatmadan kendi yolunu çizebilmek mümkün değil. Elimden geldiğince özgün olmaya çalışıyorum bu da sanırım beni zorluyor. Çekeceğim bir filme herhangi bir referans göstermek bana etik gelmiyor. Carlos Saura, Luis Buñuel ve Pedro Almodóvar sevdiğim diğer yönetmenler. Filmlerini daha iyi anlayabilmek için İspanyolca öğrendim.
Türkiye’deki film festivalleri ve belgeselcilere yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?
Türkiye’de uzun metraj kurmaca film dendiğinde işin içine şöhret, popülerlik ve ciddi bir maddi kaygı giriyor. Dolayısıyla bu alandaki ekipler gittikleri festivallerde daha fazla ilgi ve ayrıcalık bekliyorlar. Belgeselciler ise hikâyelerini ulaştırabildikleri kadar mutlu; bu nedenle bu iki gruba festivallerin de farklı yaklaşıldığını düşünüyorum.
Festival direktörü olarak kendi deneyimimi de paylaşmak isterim: Biz bu yüzden etkinliğimizin adını “film festivali” değil, “yönetmenler festivali” olarak belirledik. Oyuncunun değil, yönetmenin ön planda olduğu bir anlayışla yola çıktık ve bu sayede kısa filmcilerden belgeselcilere kadar tüm yönetmenlerin eşit biçimde görünür olmasına özen gösteriyoruz.
Ne var ki Türkiye’deki pek çok festival, belediyelerle ortak yürütüldüğü için doğal olarak “ünlü” isimler getirme kaygısı taşıyor. Bu durumu yadırgamıyorum; işin doğasında bu var. Ancak festival direktörleri bir dernek ya da vakıf yerine tamamen belediye ile çalışıyorsa, bu koşulları baştan kabul ederek yola çıkıyorlar ve süreçte bir noktada memurlaşıyorlar.
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…
Şu an annem Berrak Taranç’ın hayatını konu alan Rayların Melodisi belgeseli üzerine çalışıyorum. Annem bir müzikolog ve besteci; çocukluğu tren istasyonları ve lojmanlarında geçmiş bir demiryolcu kızı. Bu film, onun müzikle iç içe geçmiş hayatını ve demiryollarının kültürel mirasını anlatıyor. Aslında bir ailenin üç kuşaktır demiryollarıyla kurduğu bağ üzerinden hem Türkiye’nin demiryolu tarihine hem de hafızasına dair bir yolculuk olacak.Önümüzdeki yıl bu projeyi tamamlamayı ve hem ulusal hem uluslararası festivallerde izleyiciyle buluşturmayı hedefliyoruz. Bunun dışında İzmir Uluslararası Kadın Yönetmenler Festivali’nin 9. edisyonu için de hazırlıklarımız devam ediyor. Benim için yeni projeler, yeni hikâyeler anlatmak kadar, geçmişten gelen hikâyeleri kayıt altına almak da çok önemli; bu yüzden belgesel üretmeye devam edeceğim.