Üye: Anıl Basılı | Kitapları yok ederek, ideolojileri de yok edebileceğini zanneden zihniyetlerin, getirdiği yasaklara tanıklık eden ya da onları hatırlatan eserler vardır. |
Bir kitap, bir film ya da bir hırsızdan geriye; dostlukların çalındığı veya yakıldığı yıllara gönderme niteliği taşıyan... Bu yasakları yaşamak kadar aktarmakta zordur üstelik! İstanbul Film Festivali'nin programında yer alan yapıtlardan biri, işte bu zorlukları süzgecinden geçiriyor.
"Bir zamanlar bir kız varmış. Bu kızın gölgelerde yaşayan bir arkadaşı varmış. Kız ona güneşin tenini nasıl ısıttığını ve temiz havanın ciğerlerini nasıl doldurduğunu anlatırmış ve bunlar kıza hala yaşadığını hatırlatırmış."
Hayat senden bir şeyler çalınca, sende ondan bir şeyler çalarsın.
Avustralyalı yazar Markus Zusak'ın 2005 tarihli aynı isimli romanından uyarlanan, yönetmenliğini Brian Percival'ın yaptığı ve oyuncu kadrosunda Emily Watson, Geoffrey Rush, Sophie Nélisse ve Ben Schnetzer 'in gibi isimlerin yer aldığı The Book Thief; ailesinden dönemin şartları yüzünden ayrılmak zorunda kalan ve başka bir aileye evlatlık verilen Liesel'in, ondan çalınanı geri almasını işliyor. Liesel'ı evlat edinen ailenin üyelerinden biri olan Hans Hubermann (Geoffrey Rush) küçük kızı sevgiyle kucaklasa da, anne karakterini üstlenen Rosa Hubermann (Emily Watson) son derece otoriter ve sevgiden uzak görünmesine rağmen; ilerleyen sahnelerde oldukça değişiklik gösteriyor. Liesel'in bu yeni ortama alışabilmesi için çaba harcayan Hans, henüz okumaya yazma bilmeyen Liesel'in en büyük destekçilerinden biri oluyor. Okula başladığında diğer sınıf arkadaşları tarafından dışlanan Liesel, yeni tanıştığı Rudy ile zamanla yakın olmaya başlıyor. Rudy bir yandan Liesel'e yardım ederken bir yandan da en büyük hayali olan; ''Dünyadaki en hızlı adam!'' olduğunu düşündüğü Jesse Owens kadar hızlı koşabilmenin peşinden gidiyor. Üvey babası Hans'ın ona okuma yazma öğretmesiyle beraber, film çerçeveye oturuyor. Hans tarafından bodrumda Liesel için duvarların kelimelerle dolu olduğu bir sözlük yaratılıyor. Bir gün faşist Nazi diktasının tüm kitapları meydan ateşinde yakmasına tanık olmasıyla beraber Liesel'in, Hitler'e olan nefreti bir kat daha artıyor. Ama buna aldırış etmeden eline geçen kitaplardan birini, henüz ateşi sönmemiş olmasına rağmen paltosunun altına saklıyor. Bulduğu her kitaptan yeni kelimeler öğrenmeye çalışan Liesel'in hayatı, Hans'ın Yahudi bir arkadaşının, Nazilerden kaçan oğlu Max'ın evlerine sığınmasıyla değişiyor. Max Vandenburg (Ben Schnetzer) ile iyi anlaşan ve bir arkadaşlık kuran Liesel, tehlikelere aldırmadan onu korumaya çabalıyor. Tabii bu arkadaşlık sayesinde, Max, Liesel'in gözlerinin açılmasını sağlıyor. Okuduğu kitaplar yetmeyince, bitmek bilmeyen okuma isteği onu belediye başkanının evinden kitap çalmaya kadar götürüyor.
Ölüm meleğini işlerken, kitapta yer alan ince detaylar ihmal ediliyor.
İnsanların var olan yapıya seslerini çıkaramadığı bir dönemin eşiğinde, tüm yasaklara ve korkulara rağmen Liesel, savaşın ortasında bir sığınakta insanlara hikâyeler okumaya başlıyor. İnsanların korkularını bir kenara bırakmasını amaçlayan Liesel, bunu tam anlamıyla yerine de getiriyor. Kelimelere hayat vermenin, her dönemde geçerli olabileceğine; küçük kalbiyle inanıyor. Kitapta bulunan ve üzerinde hayli düşündüren repliklerin çok azına yer verilmesi nedeniyle film, kitabın verdiği etkiyi veremese de iyiden iyiye hislendiriyor! Kelimeler, cümlelere dönüşürken Liesel'de küçük bir kitap hırsızı olmaktan çıkıyor neredeyse bir devrim yaratıyor.
"İnsanlar genellikle bir günün renklerini sadece gün başlarken ve sona ererken fark ediyorlar, ama benim için günün her anı, her dakikası değişen, iç içe geçen yığınla farklı renk tonu içeriyor. Tek bir saat bile binlerce değişik renkten oluşabilir. Mumsu sarılar, bulutsu maviler. Kasvetli karanlıklar."
Çocuktan hırsız yaratılıyor. Yasakları delmesi, gerçekleri görmesini sağlıyor. Okuduğu kitapların en az Yahudi olmak kadar yasak olduğu bir dönemde işlediği suçun büyük olduğunu, giderek anlamaya başlıyor. Sahip olduğu ailesini ve Max'i kaybetme korkusuyla beraber, hem onlara hem de kitaplarına sahip çıkmaya çabalıyor. Tüm bunları gerçekleştirirken en yakın arkadaşı Rudy ona suç ortağı oluyor. Savaşın eşiğinde, düşmanla burun burunayken bile, gözlerini korkuya teslim etmiyor.
Karakterler rahatlıkla sindirdikleri senaryoyla, sizi uzun bir yolculuğa çıkartıyor.
Hitler'in gölgesinin ağırlığının hissedildiği bir dönemde, onun sebep olduğu tüm acılara ve Yahudi olduklarını gizleyen insanlara bir bakış niteliği taşıyan bu film; büyüklerin dahi cesaret edemediği şeyleri yapan Liesel'i devleştiriyor. Hayatını aydınlatan kelimelere hem sıkı sıkıya bağlanıyor hem de onlardan nefret eden bir hale bürünüyor. Kelimeler ona gerçekleri gösterdikçe, ailesinden neden uzak kaldığını anlamaya başlıyor. Hans, huzurlu bakışlarının ardında, büyük bir korumacı tavır gizliyor. Hüzünlendiğinde gizleyemeyen, kendinden çok başkasını düşünen, sevgili dolu ihtiyar adam! Max, bodrumun en karanlık bölümünde yer alsa da içindeki ışıkla, kelimelerin ve Liesel'in doğuşunu anımsatıyor. Aynı zamanda Führer'in sebepsiz düşmanlarından sadece biri olarak yer alıyor. Rosa ne varsa ağzında var dediklerimizden, içi sevgi dolu olmasına rağmen bunu gösteremiyor. Rudy ise incecik bacaklarıyla, sarı saçlarının oluşturduğu ahenge, cesaretini yüklüyor.
Filmi izlerken eğer kitabını okumuşsanız, farklı eleştiriler yapabilmeniz normal. Önceden sahneyi tahmin edebilmekte keyifli olabiliyor. Ama en çok hoşunuza giden bölümler yer almayınca, eleştirmek yerine susmayı tercih edebiliyorsunuz.
Küçük bir kız çocuğu sizi peşinden koştururken, kendinizi bu filme göre biraz büyük bulup utansanız da, hikâyenin devamına tanık olmak için sabırsızlanıp, festivalin tadını çıkartıyorsunuz!
Anıl Basılı