Popüler Sinema

Paylaş
Eleştiriler

SUBSTANCE’IN DENGESİ BİZE NE ANLATIYOR?

SUBSTANCE’IN DENGESİ BİZE NE ANLATIYOR?

 

Kadın bedenine yönelen psikolojik şiddeti, yere düşen memelerle ve kan gölüyle yüzümüze vuran Substance’ı biraz daha eşelediğimizde, sanki başka şeyler de söylüyor bize. Film boyunca, her iki bedenin sorunsuz yaşaması için vurgulanan denge, acaba ışıltılarla cezbeden dışarıdaki dünya ile dinginliğe ve hoşnutluğa davet eden içerideki dünya arasındaki uyumu vurguluyor olmasın?

 

DÜRDANE ABDAL


Geçicilik, Budizmin en temel ilkelerinden biridir ve her şeyin geçici olduğu vurgulanır. Dışardaki sesler, görüntüler, vücuttaki her koku, tat, his, hatta duygu ve düşünceler… Hepsi gelir ve bir süre sonra gider.

 

Nefis kokan, katmer katmer, kadifemsi yapraklarıyla hayran olduğumuz güllerin sürecine dikkat ettiniz mi? Önce zarif bir gonca olarak açmaya hazırlanır, ardından bütün taç yaprakları ihtişamla açılarak kokularını yayar; birkaç gün sonra da her biri kurur ve yere düşer. Çünkü tüm canlılar gibi, çiçeklerin doğası da geçicilikten nasibini almıştır. Hepsi doğar, büyür, olgunlaşır, yaşlanır, ölür… Bir tek insan itiraz eder bu doğal sürece. Eskimeye mahkûm, ölümlü doğasını reddederek cehenneme atar kendini. İşte The Substance, Türkçe adıyla Cevher, bu cehennemi eşeleyen bir film.

 

Filmin ilk birkaç saniyesi, Elisabeth Sparkle isimli bir Hollywood yıldızının parlama ve sönme süreciyle geçiciliği hızla aktarıyor bize. İnsanların çoğu, yere kazınan yıldızın üzerinden önceleri hayranlıkla geçiyor; sonra üstüne karlar, yağmurlar, yapraklar, çöpler yağıyor ve yıldıza kazınan isim, üst üste binen mevsimlerle unutulmaya başlanıyor. Bu birkaç saniyelik özetten sonra başlıyor filmin hikâyesi.

 

Fransız Yönetmen Coralie Fargeat’in geçicilik ilkesini özellikle odağına alıp almadığını bilememeyiz ama kadın bedeni üzerindeki tahakkümü, kadınlara dair her daim genç, diri, güzel, seksi kalma beklentisini, yaş ayrımcılığını (ageizm), kadın veya erkek hepimizin yaşlanma korkusunu yüzümüze tokat gibi vuruyor Substance. Mesajını, bir kadın yönetmen hassasiyetiyle yer yer dalga geçerek, yer yer korkutarak, yer yer tiksinti uyandırarak, adeta doğrudan “bel kemiğine” oturtan film, sıradan sayılabilecek bir konuya, yaratıcı bir dokunuş katıyor.

 

Oldukça güzel, başarılı bir kariyere sahip, Oscar ödüllü, Hollywood Bulvarı’na ismini kazıtan bir aktristir Elisabeth Sparkle. İlerleyen yaşına karşın güzelliğini, seksapelini ve popülaritesini koruyan yıldızımız, şimdilerde televizyonda sabah programında fitness yaptırmaktadır. Mavi mayosunun altında, yeterince seksi bir vücudu vardır ancak patronunun gözünü çok daha genç ve seksi bir kadınla reytingleri tavana çıkarma arzusu bürümüştür. Tam da 50 yaşına bastığı gün Elisabeth’i işten kovar. İşte bu temel gövde üzerinden, geniş bir dal verir hikâyemiz.

 

Yazının bundan sonrasının spoiler içereceğini söyleyerek devam edelim.

 

UNUTMA, İKİSİ DE SENSİN 

 

Yaşlandığı için gözden düşmesi ve işten atılması çok ağır gelir Elisabeth’e. Ancak hayat ona bir şans sunar ve Substance isimli bir maddeyi kullanarak bedeninin içinden, omurgasından yeni bir beden dünyaya getirir. Yaradılış destanında kadının Âdem’in kaburga kemiğinden olduğuna inanılıyorsa, bu kez bir kadının omurgasından belirmesine neden itiraz edilsin ki?

 

Elisabeth’in yenilenen versiyonu, çok daha genç, diri ve seksi bir kadındır. Kendisine Sue adını veren bu kadının hayatını sürmesi, net kurallara tabidir. Sue hayattayken Elisabeth bir hafta boyunca koma benzeri bir uykuya dalacak, daha sonraki hafta Sue uyuyacak, Elisabeth yaşamını sürdürecektir. Sistemin sorunsuz işlemesi, mutlaka bu dengenin gözetilmesine bağlıdır.

 

Sue’nun ilk işi, kendisine çok seksi bir mayo almak ve Elisabeth’in atıldığı işe başvurmak olur. Kadını meta ve para olarak gören erkek patronun, bu körpecik “beden” karşısında ağzının suyu akar ve hemen işe alır. Bundan sonra sabah programını çeken kameraman eşliğinde, bütün dünyayla birlikte biz de Sue’nun kusursuz bedenini adeta röntgenlemeye başlarız. Elisabeth’in mavi mayosuna göre vücut hatlarını, özellikle kalça ve çevresini daha fazla ortaya koyan pembe mayosundan beliren etinin başına geleceklerden habersiz, keyif sarhoşluğu içindedir Sue. O uyurken harekete geçen Elisabeth ise Sue’nun bedenini kıskansa da bir yanıyla hoşnuttur bu durumdan. Çünkü Elisabeth de Sue da aynı kişidir ve filmde bu sıklıkla hatırlatılır: Unutma, ikisi de sensin. Genç, diri, seksi kadın Sue da sensin, orta yaşlı Elisabeth de. 

 

Ama iki kadın da kabullenemez bu gerçeği ve birbirlerinden ölesiye nefret ederler. Bir hafta boyunca banyoda taşın üzerinde yatmaları umurunda olmaz ikisinin de. İki kadının karakter farklılığı, biraz da nesil farklılığından kaynaklanır. 2000’lerin her şeyi kendi çıkarına yontan aşırı bireyci dünyasından nemalanan Sue, alabildiğine açgözlü ve bencildir. Elisabeth gözden düşmeye başlarken yıldızı hızla parlayan Sue, kısa zamanda, çok daha fazlasına sahip olmak ister. Bir hafta kuralını aşmaktan yani dengeyi bozarak Elisabeth’in yaşam enerjisini sömürmekten hiç rahatsızlık duymaz. Dengenin her kayışı, geri dönülmez hasarlar yaratır ve Elisabeth hızla yaşlanmaya başlar.

 

Sue’nun açgözlülüğü ikisinin de sonunu getirir ve genç benlik, “yaşlı” benliği acımasızca öldürür. Sinema tarihindeki en kanlı, en absürt finallerinden birine tanık oluruz ardından.

 

İzleyici, filmin ortalarında röntgenlediği körpecik bedeni, finalde hilkat garibesi olarak izlemenin şokunu yaşar. Bağırsağı sahnede sürünen Sue’nun bir süre sonra memesi yere düşünce çığlıklar ayyuka çıkar. Başta, seksi Sue’yu izlemek için koltuğuna gömülen onlarca kişi, şimdiyse canavara dönüşen Sue’nun bedeninden fışkıran kandan nasiplenir. Aslında o kan, sadece salondaki izleyicileri değil filmi izleyen herkesi yıkamak isterken, kadına yönelen psikolojik şiddeti her birimizin gözüne sokar. 

 

Bütün kan çekilip organlar patlayınca geriye sadece Elisabeth’in yüzü kalır; sürünerek kendi yıldızına ulaşır, gökyüzündeki yıldızlara gülümser ve mutlu olarak ölür.

 

OYSA BİR PARÇA ÖZSEVGİ, NİCE KUSURLARI KAPATIR

 

Bir süre filmi sindirmeye çalıştım. İkinci izleyişimde, o kanlı sahneleri bu kez gözlerimi kapatarak değil, sahneyle özdeşleşmeden izlemeye çalıştım. Filmi ilk izlediğimde beni en derinden etkileyen yanı, sürekli genç hatta kusursuz bedene sahip olma saplantısına verilen sert cevap olmuştu. İkinci izlediğimdeyse kendimize, ama en çok da yaşlanmış olan veya yeterince güzel, genç olmayan benliğimize duyduğumuz nefreti öylesine yoğun hissettim ki…

 

Biz, iki kadının birbirine nefretini izlediğimizi sanırken aslında her ikisinin de kendine nefretiydi, onları ölüme veya mutsuzluğa götüren.

 

Elisabeth’in kendinden nefret ettiğini, yaşlı halini tokatladığı sahneden ve okul arkadaşıyla buluşmaya gitmeye cesaret edemeyişinden anlıyoruz. Kendisini, çok daha genç olan Sue ile kıyasladıkça cesareti kırılır, defalarca makyaj yapar, siler ve sonunda kendini beğenmediği için gitmez buluşmaya.

 

Sue’nun kendisini sömürüp hızla yaşlandırmasından korkuya kapılarak artık sistemi durdurmak isteyen Elisabeth’in, “Sevilmeyi hak eden tek yanım sensin” diyerek son anda vazgeçmesinin altında da, kendine duyduğu nefret yatıyor. “Yaşlı” bedeninin altında gizlenen, sevgiye, ilgiye aç benliği, aslında hiç de yaşlı olmayan, gayet seksi bir bedeni bile kabullenmekten uzak. Yönetmen Coralie Fargeat, gerçekte 60 yaşına rağmen hâlâ güzelliğini ve diriliğini koruyan Demie Moore’u özellikle seçmiş olmalı.

 

Diğer yandan Sue’nun pervasız bencilliğinin ve hırsının altında da özsevgi eksikliği yatıyor. Oysa açgözlülüğün ve saplantının panzehiri, kendinden hoşnut olmaktır biraz da.

 

YAŞLANMA ERKEKLERİN DE SORUNU AMA…

 

Film her ne kadar kadın bedenine odaklansa da yaşlılık erkeklerin de sorunu. Nitekim Elisabeth’e Substance maddesini, adeta yapay zekâyla oluşturulacak denli genç ve yakışıklı bir delikanlı veriyor. Sonra delikanlının da bu maddeyi kullandığını ve tıpkı Sue gibi açgözlülükle, birincil bedeni sömürdüğünü öğreniyoruz.

 

Dikkatimizi çeken diğer bir olgu ise erkeğin hemşire veya asistan doktor gibi, bedensel estetik gerektirmeyen bir iş seçmesi. Genç, yakışıklı görünmek, yüksek libidoya sahip olmak, sorunsuz seks yapmak erkeğe yeterken, kadına layık görülense gözünü yıldızlara dikmek ve oraya da bedenini kullanarak ulaşabilmek.

 

CEHALETE KARŞI İÇGÖRÜ

 

Finalde, canavara dönüşen Elisabeth’in yüzünün sürünerek yıldızına ulaşması, Hollywood’un cilalı dünyasıyla dalga geçmek olarak okunabilir. Yahut bedenin, arzuların, ışıltının geçiciliğini, bunlar uğruna kendini yok etmenin anlamsızlığını sezdirerek, içgörüye mi davet ediyor bizi, bütün hikâye? Tıpkı, Anadolu’nun büyük ozanı Neşet Ertaş’ın “Ahirim Sensin” türküsünde, “Cahildim, dünyanın rengine kandım / Hayale aldandım, boşuna yandım” sözlerinde vurguladığı gibi…

 

Evet, cahil olur, kanarız dışarıdaki dünyaya; herkese hükmetmek, herkesten üstün olmak, hep beğenilmek, alkışlanmak, kusursuz seks yapmak, oburca yemek isteriz. Oysaki film boyunca vurgulanan “denge”ye ulaşmak, zaman zaman hepimizi cezbeden dünyanın ışıltısına yenilmemekle, cehalete düşmemekle mümkün.

 

Belki de asıl denge, dışarıya gözümüzü kapamadan, içerideki dünyayla dengeyi kurabilmekte yatıyor.

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter