Popüler Sinema

Paylaş
Eleştiriler

LA LA LAND – Aşıklar Şehri

:: Videolar LA LA LAND – Aşıklar Şehri
(9.0/10)
Üye: Melis Zararsız
Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren! Murathan Mungan

Müziği sinemadan daha çok sevdiğini düşünüp duran bir sinema yazarı olarak benim için müzikle sinemanın iç içe geçtiği her proje bir hazine.  2014 sonunda bizi oldukça şaşırtan bir film izledik: Whiplash.  Takıntılı ve hırslı bir bateri öğrencisi ile hastalıklı derecede sert öğretmeninin müzik ve disiplin üzerinden yürüyen ilişkisini muhteşem bir sinema duygusuyla anlatabilmiş olan bu yapımı 1985 doğumlu bir yönetmenin çektiğini öğrendiğimizde daha da fazla şaşırmıştık. Damien Chazelle’in ikinci uzun metrajıydı Whiplash ve ne mutlu ki Oscar’a kadar uzanan bir yolculuğu oldu bu bağımsız filmin. Yönetmenin ilk uzun metrajı ise, ülkemizde vizyona girmemiş olan bir müzikaldi. Guy and Madeline on a Park Bench, Boston ve New York sokaklarında, 35 mm ve siyah beyaz çekilmiş bir müzikal. Kendisi de müzik öğrencisi olan Chazelle, önce kısa film olarak çekmiş bunu ve sonra uzun metraja çevirmekte karar kılmış. Variety dergisine göre bu yapım Godard ile Miles Davis'in; Morris Engel ile The Umbrellas Of Cherbourg'un iç içe geçtiği müzikal bir şölen gibi.


 

Ülkemizde yıl sonunda vizyona giriyor olsa da uzun süredir haberlerini aldığımız ve meraklandığımız bir film La La Land. Önce Chazelle ile Whiplash başarısından sonra yapılan röportajlarda gelmeye başladı tüyolar, sonra da  film biter bitmez festival festival dolaşıp övgüleri, ödülleri toplamasıyla aldık haberlerini. Bizde de önce İKSV galalarında gösterildi film, şimdi ise vizyona giriyor çok şükür.


Aşıklar Şehri olarak başarılı bulduğum bir Türkçe isme sahip film günümüzde geçiyor, Amerika’da çoğunlukla. Fakat yönetmen filmin dokusunu oldukça Retro bir tarzda oluşturmuş.  Bu noktada sanat yönetmeni Austin Gorg’a da şapka çıkartabiliriz. Karakterleri sıkışmış trafikte ve ellerinde cep telefonları ile görmesek filmin 60’larda geçtiğini rahatlıkla düşünebiliriz. Evet karakterler; baş karakterlerimiz Mia (Emma Stone) ve Sebastian (Ryan Gosling) ile tanışıyoruz büyük bir hızla, etrafı film seti kaynayan bir Los Angeles caddesinin işlek bir cafe’sinde garson olarak çalışan ve  fakat ünlü bir oyuncu olma hayalleriyle yaşayan Mia ile neredeyse takıntı derecesinde jazz müziğine sevdalı, para kazanmak için lokantalarda yemek müziği çalarak üç kuruş kazanan bir piyanisti önce kendi hayatlarında, iç değerlerini dış dünyayla kesiştiremedikleri anlarda izliyoruz. Daha sonra ise kendi yolunu arayan bu iki ölümlüyü tesadüflerle biraraya getiriyor kader ve tabii ki sırada aşk var! Birbirini yükselten bir aşk hem de, adeta iki eksi artı ediyor…gibi görünüyor.


 

Aşk yavaş yavaş karakterlerimizin içinde filizlenirken biz onların flörtüne müzikal koreografiler eşliğinde şahit oluyoruz. . Film sırasıyla, adını koyarak Kış-Bahar-Yaz-Sonbahar mevsimlerini takip ettiriyor bize. İsveçli görüntü yönetmeni Linus Sandgren, müzikal sekanslarda nefis görüntüler yakalamış. Kulaklarımızın pasını alan bu şarkıların daha önceden bilinen jazz şarkıları olmadığını fark ediyoruz. Evet, filmin en özgün kısımlarından biri de baştan sona filme özel yazılmış parçalara sahip olması belki de.


  

 

Bu arada filme bir es verip Ryan Gosling’in müzisyenliğiyle ilgili iki kelam etmek isterim. Geçen yıl Spotify’da Dead Man’s Bones adlı muhteşem bir grup keşfedip, kimmiş bunlar diye baktığımda karşıma Ryan Gosling çıkmıştı.  Meğer Gosling 2006’lardan beri müzikle uğraşırmış. Dolayısıyla, filmde göreceğiniz tüm klavye ve piyano performansları gerçekten de Gosling’e ait!  Herhangi bir dublör ya da farklı bir kurgu kullanılmış değil! Bunu ünlemli ünlemli yazmamın sebebini filmi izlediğinizde anlayacaksınız. Broadway’de Cabaret oyununda rol almakta ve bir süredir bu sebeple de yoğun şekilde şarkı söylemekte olan Emma Stone ve sesini zaten profesyonel olarak kullanmakta olan Ryan Gosling, yepyeni bir müzikal soundtrack’i hediye etmiş oldu bize. Dans performanslarını da es geçmemek lazım. Renkli kostümler, iki oyuncunun beden dillerini kullanışları ve aralarındaki zor bulunur kimya sayesinde ortaya çok lezzetli görüntüler çıkıyor performanslar sırasında.


Retro bir 21. yüzyıl tablosunun içinde yepyeni caz müzikleri ile modern bir müzikal oluşturmaksa amacınız, elbette klasiklere karşı birtakım saygı duruşlarına ihtiyaç duyarsınız. Bu konuda saygıda kusur etmemiş genç yönetmen, telaşlanmayın. Casablanca, Rebel Without a Cause, All That Jazz, Chicago, 8 ½,  Singing In The Rain, Meet Me In St. Louis gibi filmlerden aldığı referansları filmine özenle serpiştirmiş.


 

Hikayedeki çatışmalar, kırılmalar, genel olarak karakterlerimizin aşkına gölge düşüren kişisel kararlar, güçsüzlükler oluyor.  Filmin en kalbe dokunan ve yaratıcı kısımlarından biri ise sondaki “ya öyle değil de böyle olsaydı” sekansı. O kadar güzel kurgulanmış, tasarlanmış, düşünülmüş bir fantezi ki, bir yandan bunların paralel evrende gerçekleşmiş olduğunu düşünüyorsunuz. Kendi hayatlarımızda da, bu hataları yapmasaydım, orada bunu değil de şunu deseydim, şu kayıpları yaşamasaydım dediğimiz anlar gibi… Film bir yandan toplumun bireyden beklentilerini umursamadan kendi iç sesine kulak vermesini salık verirken, öte yandan başarı hayallerinizi gerçekleştirmek midir yoksa hep yanınızda olmasını istediğiniz insanı kaybedip kaybetmeme meselesi midir gibi sorular sorduruyor. Muhteşem bir görsel hazla, nefis müzikler eşliğinde hem de. Eh, daha ne olsun. Yaşasın sinema! 

 

Twitter.com/blossomel

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter