1996 yılında Anthony Burgess’in Otomatik Portakal’ını oyunlaştırmak üzere toplaşmıştık. Amosferimiz harikaydı ve biz ‘tanrı bir Rock şarkıcısıdır’ diye kikirdeyecek kadar bıçaklı süt içmiştik! Yasaklı bir filmdi ve biz ne yapıp edip izlemiştik… Şiddetle harmanlanmış bir avuç gencin yazarın karısına yaptıkları, bu yazının konusunu tam olarak karşılamasa da zorbalıktan beslenen bir seks iması her yanına sinmiş bir filmdi sonuçta karşımızdaki… Antichrist elbet bizi bu filmlere çeken, o sularda neler olmuş dedirten… Gore (kanlı) ile seksi / pornoyu harmanlayan Trouble Everyday / Her Gün Başka Bir Bela aslında şiddeti kontrolsüz bir sevişme ateşiyle ortaya sürüyordu. ‘Yerim ben seni’ dedirten tarzda hem de… Çiftlerin doz aşımı, yamyamlık çizgisinde ilerliyor bu da bir nevi şiddet olarak kazınıyor hafızalara… |
Pasolini’nin Salo ya da Sodom’un 120 Günü her türlü şiddete yer veren bir yapım. Herhalde buraya aldığımız filmler içinde en fazla sistem eleştirisi taşıyan, şiddeti yaygınlaştıran ve seyirciyi de işin içine katan bir film… Faşist İtalya’da varlıklı insanların ‘sıradan’ gençleri şatolarında tutsak ederek yaptıkları fantezileri anlatır ki, içinde dışkı yedirmeye dayanan tiksinç bir şiddet bile vardır…
Gaspar Noe imzalı Irreversible / Dönüş Yok bir ilişkiyi tersten okumaya soyunur, önce tecavüz gelir bayağı zorlayıcı kıvamlarda, sonra da intikam ve şiddet… Seyircinin uzun uzadıya gösterilen tecavüz sahnesinde sabrı sınanmış, bazıları salonu terk etmek zorunda kalmıştı. 1976 yapımı Lipstick’de de benzer bir tecavüz vakası vardır. Bir cam parçasının zoruyla gerçekleşen tecavüz, şiddetin psikolojisini tüm salona yaymayı amaçlarken seyirciden tanıklık da benzer aynı zamanda…
Dario Argento’nun Suspiria’sı çekildiği yıllarda ‘korku’ abartısı olarak anılan, sonrasında tabana yayılan bir seyir rahatlığı sunan filmlerden. Ama cadıların güdümünde yapılanlar seks ve şiddetin içiçe geçtiği sahneler sebebiyle kayda değer…
İsmiyle cinselliği tam da bu noktada ortaya seren Düz Beni / Fuck Me, sinemada seks ve şiddet denince tek geçilecek filmlerden… Porno estetiğini bilinçli olarak kullanan film, iki kadının erkek intikamıyla bilenen güçlerini gayet rahatsız edici bir biçimde yeniden ayağa kaldırıyor.
L’Ossessa aka The Sexorcist, Exorcist’in seks kıvamı… Korkuyu da yabana atmadan tabii…Sanat öğrencisi Danila ile hayat bulan İsa heykeli arasındaki tehlikeli yakınlaşma tam bir efendi – köle ilişkisi yaratıyor. Danila’nın hem bedenine hemde ruhuna sahip olan exorcist kıvamı sonrasında amatör bir şeytan çıkarma ayiniyle son buluyor.
Gizemli mekanların insanı ürperten atmosferine dalmışken Alucarda’dan bahsetmemek olmaz. Manastır ortamında, farklı rahibelerin arasında iki kızın yaşadıkları aşkın bir laneti doğurmasını anlatıyor film. Ortamdan çıplaklık, ortaya saçılan kan, kendilerini kanla kırbaçlayan rahibeler eksik olmuyor, atmosfer ürpertirken aynı zamanda kendine çekiyor ve iki kızın günahı bütün perdeye yayılıyor…
İki kadın üzerinden ilerleyen şiddet ve seks olgusuna girmişken Jose Ramon Larraz’ın Vampyres filmine de bakmakta fayda var. İki lezbiyenin kurban arayışları, üzerlerinden taşan seksapellik ve kurbanlarını yerken takındıkları seksi tavır gerçekten de seyre değer. Yönetmenin The Coming Of Sin filmi ise Lorna adlı dul ile Çingene Triana arasında yaşanan ilişkiyi ele alır, bir de at üzerinde kabuslardan gerçek hayata taşan Rafael vardır ki, bu üçlü tam da felaketi çağırır… Film bir at maketine yerleştirilmiş çıplak kadın görüntüsüyle akıllara kazınır ama daha derin anlamlara da gark olunabilir…
Kanlı filmlerle anılmaktan dolayı soyadı değiştirilen adam Herschell Gordon (Gore-don) Lewis sinemada seks ve şiddet denince akla gelen ilk isimlerden… Fimlerinde kadınları seksi ve cazibeli oldukları için cezalandırma yöntemini seçer, erkeklere pek kıyamaz… En kanlı sahnelerini kadınlar için planlar, seyircinin ağzından burnundan getirir ve bu işi sadece ‘para’ için yaptığını savunur… Her işkencenin hedefinde genelde kadın olduğu için şehvet de ardından gelir, kana bulanmış kadınlar şehvet imgesi olarak sunulur… Kan Şöleni / Blood Feast, Manyak (erkeğe de dokunan şiddet) ve Beni Kırmızıya Boya (Kan Şöleni’ne malzeme arayışı anlamında benzer, orada insan organlarını kullanan yönetmen burada ressamı kan arayışı için dolaştırır durur.)
Ilsa, She Wolf of the SS, hem nazi temelli gidiyor, hem de ırkların dayanıklılığı konusunda deney yaparak kendini tatmin eden Ilsa’yı anlatıyor. Herkes Ilsa’nın seks kölesidir, onunla birlikte filmde her türlü işkenceye yer var ama yer yer komik, yetersiz… Nazileri gömmenin başka bir şekli de diyebiliriz…
I Spit On Your Grave biraz farkı bir çizgide ilerliyor… Önce tecavüz, sonra intikam geliyor. Jennifer kitap yazmak için geldiği yerde tecavüze uğruyor ama intikamı bir hayli kanlı oluyor. Kadınlar arasında tutulan bir film…
Buigo Omega da bu konudaki kült klasiklerden. Psikopat katilimiz tavladığı kızları yok eden bir adam. Ölen nişanlısına olan takıntısını onun içini doldurarak ifade eder ve cesedi yanında başka kadınlarla sevişmekten de geri durmaz. Sapkınlık, cinsellik ve vahşet dolu sahneler birbirini kovalarken aynı zamanda akıllara yerleşir de…
What Have You Done to Solange? yatılı bir okul ve orada yaşanan cinsel istismar, zina, sübyancılık, cinayet ve tacizleri anlatan bir film. Massimo Dallamano imzalı filmde her şey olması gerektği gibi ve başarılı…
Jörg Burtgereit imzalı Schramm tek başına yaşayan, ziyaretçilerini öldüren, şişme bebeğiyle mutlu olan, sanrılı rüyalar gören ve karşı komşusuna aşık olan bir adamın manyak dünyasını anlatıyor… Seri katil adamın iç dünyası, kanlı sahneleri ve kurbanlarını taciz edişi görülmeye değer… Yönetmenin bir diğer filmi Nekromantik ise öyle böyle bir film değil. Cesetlerden kendilerine farklı bir yaşam kuran, onlarla sevişen bir çift karşımızda. Sonra cesetler tükenir ilişki bozulur ama filmin tiksinç modu uzun süre üzerimizde devam eder…
Banu Bozdemir