Popüler Sinema

Paylaş
Haberler

İstanbul'dan geçti bir Bela Tarr...

İstanbul'dan geçti bir Bela Tarr...
Yazar: Duygu Kocabaylıoğlu

Geride bıraktığımız Kasım ayında 5. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali'nin davetlisi olarak İstanbul'a gelen ve festivalde kendisine Yaşam Boyu Başarı Ödülü takdim edilen, Macar sinemasının usta ismi Béla Tarr, festival kapsamında bir de masterclass etkinliği ile İstabullu sinemaseverlerle buluştu. Geçtiğimiz yıl senarist ve yazar Robert McKee'yi (Story: Substance, Structure, Style, And The Principles Of Screenwriting) İstanbul'da ağırlayan ve 3 günlük yoğun bir masterclass etkinliği düzenleyen Boğaziçi Film Festivali, bu yıl da Bela Tarr masterclass'ı ile de yoğun ilgi gördü. Yüzlerce başvuru arasından sınırlı sayıda katılımcı Bela Tarr'ın sinema deneyimini dinleme şansını yakaladı. 25 Kasım Cumartesi günü, Bedir Acar'ın moderatörlüğünde 2 saate yayılarak düzenlenen bu masterclass etkinliğinden satır başı notlarımızı etkinliğe katılamayan sinefiller için ​Populersinema  sayfalarına taşımak istedik. İyi okumalar...


İnsan sinema yapmayı neden ister, sizi sinemaya iten şey neydi?

 

Béla Tarr: Daha önce olmayan bir şey yaratma güdüsü. Önce kendi hayatınızdan başlarsınız; bazı sahneler sizi kendisine çeker zorlar ve onları çekmek istersiniz İşte bu sizde bir etki yaratır. Herkesin iyi bir insan olarak, iyi bir hayat yaşamaya hakkı var; işte bu his beni sinema yapmaya iten şey. Eğer dünyayı değiştirmek gibi bir amacınız yoksa, eğer size dünya bu haliyle yetiyorsa, böyle, gördüğünüz kadarsa, o zaman buradan çıkın gidin, öğlen yemeği yemeğinizi yiyip uyuyun, daha iyi. Hayatın sizde yarattığı öfke ve baskı sizi sinema ve sanat yapmaya iten, buna olanak veren şeydir. İnsanlara, ancak diğer insanları hissederek ulaşabilirsiniz. Size ilham verecek, sizi harekete geçirecek bir şey bulmalısınız; sağlam bir çıkış noktasına, bir nedene ihtiyacınız var.

 

 

Aynı yola çıkacağız yol arkadaşlarını, beraber çalışacağımız kişileri, ekibinizi nasıl seçersiniz?

 

 

Béla Tarr: Öncelikle senaryodan başlayalım, en başa dönmemiz lazım. Size biraz önce motivasyonumdan bahsettim. İyi bir yönetmenseniz elinizdeki senaryo metnin aslında hiçbir önemi yok. Eğer kötü bir yönetmeniz, iyi ya da kötü senaryonun bir önemi olmaz, film zaten kötü olur. Ama iyi bir yönetmenseniz senaryoda yazılı olan kelimelerin o kadar da önemi kalmaz; senaryo o noktadan sonra sadece prosedürdür. Ben sahneleri kağıtlara yazar duvara asarım ve tüm filmi baştan sona aslında görürüm. Sette, çekimde senaryoya Tanrı gibi görüp, öyle hareket ederseniz hem kendi oyuncularını zorlarsanız, hem de sınırlı bir alan içinde kalırsınız...

 

Oyunculara, oyuncu seçimine gelirsek... Siz onların içindeki gerçekçi insanları, o duyguları yakalamalısınız. Ben profesyonel oyuncularla çalışırken onlara derim ki “lütfen oynamayın, kendiniz olun, o anda olun.” Eğer oynadıklarını rol yaptıklarını fark edersem onlara önce teşekkür eder ve de başka filmlerde başarılar dilerim. Ve nasıl kendisi gibi olur oyuncular biliyor musunuz; size güvenirlerse, size kendilerini tamamen açarlar...

 

Benim film yapma mantığım çok değişik ve farklıdır. Çünkü ben insanların ne olduğunu göstermek isterim. Örneğin lokasyon seçimini de ben kimseye bırakmam. Gider kendim görür, seçerim. Oyuncu, yer seçimi gibi kilit şeyleri yönetmen olarak kendiniz yapmalısınız. Çünkü hayal gücünüzün o sırada size ne söyleyeceğini, ancak siz bilirsiniz. Bu seçimleri başkalarına, oyuncu ajansına vb. bırakan yönetmenler tembeldir. Sadece sandalyesinde oturur ve bir şeylerin olmasını bekler. Ben lokasyonlara da yalnız giderim. Oturur, orada zaman geçiririm. Baktığım yerde sahneyi görürüm, izlerim, “adam şuradan girer, arkasını döner” diye sahneyi kafamda çekerim. İşte o anda bende filmin sahnesine dahil olurum, aynı biçimde kamera da o anda filmin bir parçasıdır. Ben o durumu çekiyor olmam, durumu bir parçası olurum.

 

Görüntü yönetimi konusundaysa... Bazen görüntü yönetmenlerinden istediğim, onlara göre imkansız, şeyler de oluyor. Benim için imkansız kelimesini kullanmaya görüntü yönetmenleri ile çalışmayı tercih ediyorum. (Gülüşmeler).

 

Bir yönetmenin kendisini sorgulaması gerektiğini düşünüyorum; kendinize dair de şüpheleriniz olması gerek... İşte tüm bunlardan ötürü ben hep aynı insanlarla çalışırım; beni anlayan, bilen ve boş boş “Neden?” diye sormayanlarla.

 

Filmdeki müzik de aynı zamanda ana karakterlerden biridir. Çekime başlamadan müziği bilmeli, tanımalısınız. Aksi halde tınısını, tonunu bilmediğiniz sahneler çekersiniz, sonra müzisyenler gelir ve sahnelerin üzerine bir şeyler besteler. Benim için müzik çok önemlidir. Benim bestelerimi yapan Mihály Vig'i tanıyorsunuz. Kendisi aynı zamanda benim arkadaşımdır; aileden gibidir. Mihály gelir, filmi konuşuruz; o stüdyoya girer, orada yalnızdır, müzikleri yapar. Ondan sonra beraber hangi müziğin, hangi duruma uyacağını konuşuruz. Ben ondan çok ilham alırım…

 

Post-prodüksiyon'da ise en çok ses konusunda uğraşıyoruz. Sesi düzgün biçimde almanız ve temizlemeniz film için çok önemli. Gerektiğinde dublaj da kullandığımız bir yöntem. Dublaj bazı düzeltmeleri yapmaya imkan veriyor.

 

Siyah-Beyaz film çekmenin Bela Tarr için özel anlamı var mı?

 

Béla Tarr: Şüphesiz siyah-beyaz bir film izlediğinizde, onun birebir gerçeklik olmadığını, bir aktarım olduğunu bilirsiniz. Ben siyah-beyazı çoğu zaman radikal biçimde kullanırım; çoğunlukla karanlıktaki detayları özellikle vermem. Bu yöntemi kullanmaktan hoşlanıyorum. 

 

Siyah-beyaza dair şöyle bir detay de var: 80'lerin ortasından itibaren selüloz filmlerin ham maddesini firmalar polyestere çevirdi. Ondan sonra renkleri düzeltmek, kullanmak çok zor oldu; mavi çok mavi, kırmızı çok kırmızıydı. Bu teknik değişiklikten dolayı da siyah-beyazda kaldım.

 

Bütün bunlar bir yana ben ilk filmimi yapalım 40 yıl oldu. Ve burada anlattığım her şey aslında sadece benim için, Bela Tarr için geçerli. Bunlar sadece bana uygun yöntemler. Zaten bu yöntemleri bire bir uygulamayın çünkü bu gerçekten delilik olur. (Gülüşmeler) Herkes kendi tarzını, yöntemini bulmalı. Burada anlattıklarım benim kişisel yöntemlerin sadece.

 

Unutmayın ki kameranın varlığı tüm durumu, gerçekliği tamamen değiştirir ve olayların kurgusal olmasına yol açar. Mutlaka sizin bir bakış açınız vardır; gerçekleri yansıttığını iddia eden belgesel sinemasında dahi yönetmenin bakış açısı vardır.

 

Verilen aradan sonra seyirci soru-cevap bölümünde özellikle Torino Atı filmine dair gelen soruları sabırla tek tek cevaplayan Tarr, filminde Nietzsche'nin meşhur “The God is dead” bakışından yola çıktığını ifade etti. Ve ekledi: Oyuncu seçimine dair benim en iyi cevabım aslında bu filmdeki at hikayesidir. Filmin hazırlık aşamasında uygun bir at arıyorduk ve Romanya sınırındaki bir çiftlikte bu atı gördük. Ama çiftlik sahipleri atı satmak istemediler çünkü at çalışmak istemeyen, yerinden zar zor kıpırdayan, resmen terk edilmiş bir attı. Bir şekilde onları ikna ettik, anlaştık ve satın aldık çünkü bize çalışmak istemeyen bir at lazımdı. (Gülüşmeler)

 

​Derleyen : Duygu Kocabaylıoğlu Arazlı 

twitter.com/duygukocabaylioglu 

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

RÖPORTAJLAR

Salvatore Schirmo: "İtalyan sineması...

Salvatore Schirmo: "İtalyan sineması...

Fırat Sayıcı

Cüneyt Karakuş: "Bu filmde ses rengi...

Cüneyt Karakuş: "Bu filmde ses rengi...

Fırat Sayıcı

Filiz Kuka: “Filmde ölüm bir amaç değil ...

Filiz Kuka: “Filmde ölüm bir amaç  değil ...

Fırat Sayıcı

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter