Popüler Sinema

Paylaş
Eleştiriler

Tartışmalar, ödüller..vs.

Tartışmalar, ödüller..vs.
Yazar: Belki abartıyorum ama jürilerinden birinde görev aldığım bir festivalin bir parçası olmuşum gibi de hissediyorum kendimi, tabii Türkiye’deyse o festival. Adana Altın Koza’da Şenay Aydemir ve Coşkun Çokyiğit’le birlikte Siyad jürisiydik ve şimdi bana festivalin bir parçası olmaktan eleştirmenliğe geçiş bir miktar zor geliyor.

 

Acayip bir ülkede yaşıyoruz. Kimse kimseye güvenmiyor, kimse bir başkasının bir art niyeti olmadan bir seçim yapacağına inanmıyor. Her festivalden sonra benzer şeyler yaşanıyor. “Onun, şuna husumeti vardı; bunun şöyle bir çıkarı vardı; o, şunu seviyordu, bundan nefret ediyordu”… Jürinin seçimlerini tek başına bunların (duyguların, çıkar hesaplarının) belirlediğine yönelik sarsılmaz bir inanç var. Seçimi etkilemiş olabileceğine demiyorum, belirlediğine yönelik bir inanç var diyorum! Biraz fren yapın be kardeşler! Jürilere hakaret ettiğinizin farkına varın. Siz de jürilik yaptınız veya yapacaksınız. Burada herkes herkesi tanır ya da birbiri hakkında fikir sahibidir. Sadece burada da değil her yerde bu böyledir. Herkesin daha fazla ya da daha az sempati duyduğu insanlar vardır. Bu duygulardan muaf insanlardan oluşan bir jüri oluşturulamaz. Başka bir jüri gelse, onların da daha fazla ya da daha az sempati duyduğu insanlar muhakkak olacaktır. Bu sempati ya da antipati seçimlerini etkileyebilir mi? Elbette, etkileyebilir. Ama bu bütün jüriler için geçerlidir. Ve ama sadece etkileyebilir, belirleyeceğine inanmıyorum. Her jüri üyesinin aynı insana sempatisi ya da antipatisi olacağını ve bu duygunun bütün her şeyin üstüne çıkacağını sanmıyorum. Aksi takdirde bütün bu yarışmaları kaldıralım. Ama o zaman yeni Zeki Demirkubuz’lar, Yeşim Ustaoğlu’ları nasıl çıkacak? Zeki Demirkubuz’un bir İstanbul Film Festivali ödül töreninde en iyi yönetmen ödülü alırken “bu ödülü en çok alan yönetmen benim” dediğini hatırlıyorum. O jüriler nesneldi bunlar değil, öyle mi? Ödül alınca iyi, almayınca gerzekler sürüsü.

 

“Kader”in FIPRESCI ödülü aldığı İstanbul Film Festivali’nde ben de o jürideydim. Yabancı meslektaşlarım “Kader”i pek de beğenmemişlerdi, onları ikna etmek için çaba harcamıştım ödüle “Kader”in layık olduğuna (çok zor da olmamıştı çünkü “Kader”in belli başlı rakiplerinin hali hazırda FIPRESCI ödülleri vardı). Ama “Yeraltı”nı hiç beğenmedim. Meslektaşım ve arkadaşım Olkan Özyurt Sabah’ta   “festivalde hem ana jürinin hem de SİYAD jürisinin "Yeraltı" ve "Araf"ı görmezden gelmesi ise dikkat çekti.” diye yazdı. Festivalde ikişer kez gördüğüm iki film var: “Yeraltı” ve “Araf”. Diğerlerini de ikişer kez görmeyi isterdim ama sadece bir kez izleyebildim. “Yeraltı” ile ilgili görüşümü zaten zamanında yazmış bulunmuştum. İkinci kez izlediğimde filmi daha da az beğendim. Ve hatta beğenenlerin de niye ve neden beğendiklerini halâ anlayabilmiş değilim. Bir gün “Yeraltı” hakkında bir yazı daha yazmayı da düşünüyorum. “Yeraltı”nın temel fikrinden ayrıntılarına kadar itirazım var. “Yeraltı”nı ödüle lâyık görmemekle gerzekler arasında alt sıralarda da olsa bir yer edinmişsem, “Kader”i ödüle lâyık gördüğümde de benzer bir gerzeklik etmiş olduğumun düşünülmemesi için bir neden yok.  

 

Şimdi yine bir başka sapağa girelim. Bir yönetmen gerçekten büyük yönetmen olabilir ki Zeki Demirkubuz hiç şüphesiz büyük yönetmendir. Kendisi üzerinde durmayı sevmez ama bu ülke ona karşı çok büyük suçlar işlemiştir. Yaptığı ne olursa olsun, onu henüz çocuk yaşta ağır işkenceye maruz bırakmış, günlerce, aylarca, belki de yıllarca ölümle burun buruna yaşatmıştır. Devlet açtığı yarayı iyileştirmek için de hiçbir şey yapmamıştır (bunlar benim görüşüm, yoksa Demirkubuz yaralandığını düşünmez). Sokakta limon satmaktan, Cannes’a iki filmiyle birlikte katılmayı başaran bir yönetmen olmak, şapka çıkarılacak bir durumdur. Hem de kaderin sillesini ağır biçimde yemiş biri olarak. Ama bir yönetmenin her filmini beğenmek durumunda değil hiç kimse. Ya da bir jürinin beğendiği bir filmi başka bir jüri beğenmeyebilir. Zaten farklı filmlerin yarıştığı farklı festivalleri birbiriyle kıyaslamak da doğru değildir. Bazı örnekler vermek istiyorum. Terrence Malick’i ele alalım. “”Hayat Ağacı” adlı filmi Cannes’da Altın Palmiye kazandı, FIPRESCI ve Sight & Sound dergisi tarafından yılın en iyi filmi seçildi. Daha öte bir başarı düşünemiyorum. “Hayat Ağacı” Türkiye’de yapılan eleştirmen seçimlerinde ise yılın en iyi 10 yabancı filmi arasına bile giremedi. Malick’in “Hayat Ağacı”ndan bir yıl sonra yaptığı “To The Wonder” (Muhteşeme ya da Mucizeye diye çevrilebilir) Venedik’ten eli boş döndüğüyle kalmadı, bazı seyiriciler tarafından yuhalandı da. Nuri Bilge Ceylan’ın “İklimler”i Cannes’da Altın Palmiye için yarıştı ve FIPRESCI en iyi film ödülünü kazandı. SİYAD oylamasında ise yılın en iyi 5 yerli filmi arasına bile seçilemedi! Aynı SİYAD “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı ise ödüle boğdu.  Böyle şeyler olabilir mi? Hep oluyor, olacak da. Farklı yarışmalarda farklı jüriler farklı sonuçlara varır! “Adana’da bu yıl SİYAD’ın genel teamülü “Yeraltı” ve “Araf”tı”, bana bu da söylendi. Yani, teamülü bozduğumuz anlamında. Bu bir SİYAD oylaması değildi, SİYAD’ın seçtiği 3 üyesinin seçimiydi. Onlar da homojen bir bütün değildiler, değildik. SİYAD’ın yıl sonu değerlendirmesinde de “Araf” ve “Yeraltı” ödülleri toplayabilir elbette. Ama Adana’daki jüriden bu filmlere ödül çıkmayabilir, bunda bir acayiplik yok. Kaldı ki bizim tek bir ödülümüz var. Tek bir filmi en iyi film seçtik, bu demek değil ki diğer filmleri hiç beğenmedik.     

 

Normalde jüri tartışmalarını kamuoyuna taşımayı doğru bulmam ama Şenay (Aydemir) kendi üç filmlik listesini açıkladığı için ben de açıklayayım. Üçer film seçerek tartışmaya başladık jüride ve ben  “Ana Dilim Nerede?”, “Gözetleme Kulesi” ve “Şimdiki Zaman”ı adaylarım olarak sundum. “Araf” konusunda ise kendi içimde bölündüm diyebilirim. “Araf”ın kimi sahnelerini muhteşem buldum. İki delikanlı arasında geçen bölümler, onların diyalogları, ilişkileri, hayalleri o kadar iyi verilmiş, o kadar iyi oynanmıştı ki! Ama filmin asıl kahramanı olan kızın dünyası aynı orijinallikte ve ikna edicilikte gelmedi bana. Kızın babası filmde neredeyse hiç görünmüyordu. Yaşıt arkadaşları yoktu, dolayısıyla genç kızların dünyası genç erkeklere göre daha eksikti. Acılaşmış, kendisine göre oldukça yaşlı bir kadınla eşitsiz bir ilişkisi vardı genç kızın. Filmin erkeklerin dünyasına bakarkenki doğalcı yaklaşımı genç kız ile şoför arasındaki ilişkide minimal, sözsüz bir başka üsluba dönüyordu. Düşük sahnesini seyretmeyi kaldıramadım. Bazı karakterler yok oldular… Bana ya eksik ya da fazla geldi bir sürü şey. Ama jürideki arkadaşlarımın ikisi de Araf deselerdi ben de itiraz etmezdim. Kısacası “Yeraltı” ve “Araf” konusundaki tutumum aynı değil. Evet, sözün özü, görmezden geldiğim bir şey yok bu iki filme yönelik, değerlendirmem var, hem de diğer filmlerden daha fazla seyrederek yaptığım bir değerlendirmem var.

 

“Ana Dilim Nerede” ödülsüz dönen filmlerden biri oldu ama bana kalırsa, dar bir mekanda hem kamera kullanımı, hem iki yaşlı insanın ilişkilerini vermesindeki başarısı, hem de ana dili gibi çok mühim bir meseleyi gündeme getirişiyle çok önemli bir filmdi. “Gözetleme Kulesi” için de benzer şeyler söyleyebilirim. Mekan kullanımı, oyunculukları ve konusunu dağılmadan derli toplu anlatmasıyla, vicdan temasına baştan sona sadık kalışıyla festivalin en iyi filmlerinden biriydi. “Şimdiki Zaman” festivaldeki üç jürinin de ödüllendirdiği yegâne film oldu. Yönetmenlerin oluşturduğu FİLMYÖN ve Siyad jürileriye ana jürinin üçünün de ödül verdiği tek filmdi. Gerekçeli kararda yazdığımız gibi bu coğrafyada (İran, Türkiye vs.) özellikle kadınların kendilerini o topluma ait hissetmelerinde ciddi bir sorun var. Tabii sadece kadınlara özgü bir durum değil bu ama kadınlar daha zor koşullar altındalar. İran filmleri “Bir Ayrılık” ve “Elveda”, “Araf” ve “Şimdiki Zaman” hep uzaklara gitmeyi hayal eden kadınlardan söz ediyor. Ne kadar az şeye sahip olursan o kadar az ait hissedersin kendini. Kendi bedenleri üzerinde tasarruf haklarından bile yoksun olan kadınların gidip özgürleşmek istemeleri zamanımızın genel bir ruh haline tekabül ediyor. Film, kentsel dönüşümün gölgesinde, şehrin “bizim şehrimiz” olmaktan çıkmakta olduğu bu zamanda, arafta kalmış bir kadını, kadınsı fal motifi üzerinden başarıyla anlatıyordu. Bu nedenle de ortak kararımız bu film oldu. “Gözetleme Kulesi” de ödülümüzü alabilirdi. Her filmde beğendiğimiz ve beğenmediğimiz yönler vardı. Bunları da umarım filmler vizyona girdiğinde daha ayrıntılı ele alırım.  Altın Koza sahibi “Babamın Sesi”ni de vizyona girdiğinde yazmayı umuyorum. “Babamın Sesi”nin Altın Koza’yı almasına sevindiğimi de söyleyeyim. Ödüle layık görülmeyen müzisyenlerin üzüntüsünü de anladığım ve katıldığım gibi. Festivaller yönetmeliklerinde her dalda ödül verilmesini zorunlu kılmalılar!

 

Cüneyt Cebenoyan

twitter.com/cuneytcebenoyan

 

 

 

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

RÖPORTAJLAR

Seda Aktaş: “Kitlesel fonlama, film üreti...

Seda Aktaş: “Kitlesel fonlama, film üreti...

Fırat Sayıcı

Filiz Kuka: “Filmde ölüm bir amaç değil ...

Filiz Kuka: “Filmde ölüm bir amaç  değil ...

Fırat Sayıcı

Cüneyt Karakuş: "Bu filmde ses rengi...

Cüneyt Karakuş: "Bu filmde ses rengi...

Fırat Sayıcı

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter