Popüler Sinema

Paylaş
Eleştiriler

Kokuşmuş Bir Şeyler Var(mış) Danimarka Krallığı’nda

Kokuşmuş Bir Şeyler Var(mış) Danimarka Krallığı’nda
Yazar: “Yasak Aşk”ın mutlu sonu Türkiye’nin bugünkü ortamına hiç uygun değil. Film gerici ulema ve feodal toprak sahipleri ittifakına karşı liberal bir aydının mücadelesi fonu altında bir yasak aşkı anlatıyor. “Gericilik” siyaset bilimcilerince kabul edilen bir kavram değilse de oldukça anlamlı bir kavramdır kanımca, bu nedenle kullanmakta sakınca görmeyeceğim. Filmin kapsadığı süre boyunca dinci gericilerle, ilerici burjuvalar arasındaki kavga sürer gider, Danimarka Krallığı’nda.

 

Film bittiğinde nihai zaferin burjuvazi lehine nasıl tecelli ettiği yazıyla izleyiciye bildirilir.  Tahtın yeni sahibi, ordunun yardımıyla bir darbe yapmış ve gericileri (başta din adamları olmak üzere) iktidardan uzaklaştırmıştır. Sonuç Danimarka için daha fazla demokrasi, daha fazla insan hakkı, daha fazla eşitliktir. Yani konuşma ve basın özgürlüğü, işkencenin yasaklanması, sansürün kalkması, sosyal sağlık hizmetlerinin devletçe sağlanması gibi özgürlükler ve haklar bu sayede kazanılıyor. Olur mu hiç öyle şey, darbeyle demokrasi, en azından burjuva demokrasisi gelir mi? Bastırılan geri dönmez mi? Vallahi film, tarih böyle şekillendi; Danimarka modern ve laik bir topluma ordunun ve kralın darbesiyle, tepeden inme bir yöntemle dönüştü diyor; ben onların yalancısıyım. Tarihte zorun rolü diye bir şey var ve o rol her zaman aynı sonucu doğurmuyor. 

 

Olaylar 1700’lerin Danimarka’sında gerçekleşiyor. Danimarka Avrupa’nın geri kalanına göre çok geri kalmış bir krallık. Burjuva özgürlüklerinden eser yok, toprak sahibi ağalar ve din adamları her şeyi kontrol ediyor. Serfler sanki birer köle, hayatları ağaların keyfine bağlı. Böyle bir ortamda Danimarka’ya, Britanya’dan bir prenses gelin gönderiliyor. Genç İngiliz prenses Anne (Alicia Vikander)Danimarka Sarayı’na vardığında her açıdan şaşkına uğruyor. En büyük şok evleneceği kral VII. Christian’ın (Mikkel Boe Foelsgaard) ruhsal olarak gelişmemiş, çok sorunlu biri olduğunu anlamasıyla gerçekleşiyor. İkinci şok ise sansürle tanışması oluyor: genç kraliçenin yanında getirdiği kitaplar sansüre uğruyor, saraya sokulmuyorlar. Voltaire’ler, Rousseau’lar filan yasak Danimarka’da…

 

Kocasının kabalığı ve ruhsal sorunları karşısında da şaşkına dönen genç kraliçe, zorunlu görevlerini icra ettikten, yani kocasına bir çocuk doğurduktan sonra, odasına kapanıyor. Kral ise fahişeler, avlar ve tiyatroyla vaktini geçiriyor. Sonra da karısı yanında olmadan iki yılığına bir geziye çıkıyor. Kral dönüşünde saldırgan bir ruh halinde olunca, ona bir doktor bulmak gerekiyor.  İşte bu sırada devreye Danimarka’nın Almanya’daki sömürgelerinden birinde yaşayan Doktor Struensee (Mads Mikkelsen) sokuluyor. Saraydaki eski görevlerine dönmek isteyen iki soylu Struensee’yi bu göreve başvurması için ikna ediyorlar. Bu noktada filmin, Struensee’nin saray doktoru olma motivasyonları üzerinde durmaması, filmin sonrası için de maalesef gerçekleşen bir sığlığı haber veriyor. Struensee bize idealist, özgürlüklerden yana biri olarak tanıtılıyor. Ama neden saray doktoru olmak istiyor, neden ruhunu Doktor Faustus gibi paraya satıyor, üzerinde durulmuyor. 

 

Film sadece karakterlerini derinlemesine anlatmama kusurunu işlemiyor. Tarihsel gelişmeyi de, düşüncelerin çatışmasına indirgiyor. O düşüncelerin var oluş sebebi olan, toplumsal, sınıfsal dinamikler filmin çerçevesine girmiyor. Sonuçta yalnız bir liberal Alman olan Struensee, Kralın doktoru olarak Danimarka Sarayı’na giriyor. Streunsee kralın sadece ruh ve fizik doktoru olarak kalmıyor, onun bir anlamda babası haline geliyor. Çocuksu kral, “babası” olarak gördüğü Struensee’ye tapıyor.  Yine şu sorun var: Kral Christian neden böyle biridir, neden bu kadar büyük sorunlar içindedir ve çocuksu kalmıştır? Bunu da anlamıyoruz. 

 

Struensee krala iyi gelmesine iyi geliyor ama aslında doktorun kralı pek de umursadığını söyleyemeyiz ki film Struensee’nin bu ahlak yoksunluğuyla da pek ilgilenmiyor. Sarayın iki yabancısı, Alman doktor ile İngiliz kraliçe arasında kısa bir süre sonra bir “yasak ilişki” başlıyor. Kraliçeyi bu ilişkide yargılamak mümkün değil. O, sonuçta, bir eşya gibi oradan oraya satılan ve aşağılanan küçük bir kız. Fakat Streuensee hastasını, hastasının karısıyla aldatan, onun üzerindeki gücünü kendi kişisel ve politik çıkarları doğrultusunda kullanan yetişkin biri. Politik görüşlerinin ilericiliğiyle, kişisel ahlakının ilkesizliği arasında uçurumlar var. Fakat filmin bu uçurumla da çok ilgilenmediğini ve bu “yasak aşk”ı hemen hemen hiç sorgulamadığını düşünüyorum. Struensee, yasak aşkıyla yetinse belki sorun yaşamayacak ama dincilerin ve feodal ağaların çıkarlarına da çomak sokmaya başlıyor, üstelik filmde görüldüğü kadarıyla hiçbir destekçisi olmadan…

 

“Yasak Aşk” bu yıl Berlin’de Altın Ayı için yarıştı ve hem en iyi erkek oyuncu (Foelsgaard) hem de en iyi senaryo (Rasmus Heisterberg, Nikolaj Arcel) ödüllerini kazandı. İyi bir prodüksiyon olmasına karşın filmin ne karakterlerini ne de dönemin dinamiklerini derinliği olan bir bakışla anlatabildiğini söyleyemem. Ama seyredilir mi, seyredilir. Ayrıca dinsel gericiliğe, sansüre ve işkenceye karşı çıkıp, sosyal ve laik bir devleti savunuyor.   

 

Cüneyt Cebenoyan

 

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

HABERLER

"He-Man" Filmi Geliyor!

"He-Man" Filmi Geliyor!

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter