Popüler Sinema

Paylaş
Eleştiriler

Cannes Film Festivali'nde 24 Mayıs

Cannes Film Festivali'nde 24 Mayıs
Yazar: Perşembe günü seyrettiğim iki filmin tesadüfen ortak bir yanı vardı. İkisinde de işlemedikleri suçların cezasını çekmek zorunda kalan insanlar anlatılıyordu. “Central Park Beşlisi” (The Central Park Five” 1989’da New York’un Central Park’ında jogging yaparken saldırıya uğrayan, tecavüz edilen ve koma halinde terk edilen genç bir Beyaz kadının soruşturmasını konu alan bir AMD yapımı belgeseldi. Belgeselin altında 3 yönetmenin, Ken Burns, David McMahon ve Sarah Burns’ün imzası var.

 

Genç bir kadının tecavüze uğraması korkunç bir olay fakat olayı daha da korkunçlaştıran medyanın, polisin ve savcıların olaya yaklaşımı. Olay akşamı parkta bulunan yaşları 14 ila 17 arasında değişen beş Latin ve Afrika kökenli genç, aleyhlerinde hiç bir delil olmamasına rağmen tutuklanıyor ve ırkçı bir kampanyanın kurbanı oluyorlar. Esmer tenlilerin bir Beyaz kadına tecavüz etmesi kente tam bir infial yaratıyor. Oysa olay siyahlar arasında geçse ne medyanın ne de polisin çok da ilgisini çekmeyecek, adi bir vaka olarak karşılanacak. Ama, belediye başkanından savcılara, köşe yazarlarından, politikacılara kadar büyük bir koro intikam çığlıkları atmaya başlıyor. Donald Trump (Trump Towers hoş geldin Türkiye’ye!)gazeteler 4 sayfa ilan vererek, kellerini istiyor gençlerin. Köşe yazarları New York’ta idam yeniden uygulansın diye bas bas bağırıyorlar. İdam edilmesi istenenlerin çocuk olması bile bu linççi güruhu susturamıyor. Polisin çocukları baskıyla sindirmesi ve kendi aleyhlerine ifadeler vermelerini sağlaması zor olmuyor. Ne DNA sonuçları ne de diğer bir sürü delilin çocukların lehine olması sonucu değiştirmiyor. Gencecik insanlar, kendilerini savunan ciddi bir avukat da bulamıyorlar ve sonuçta suçlu bulunup içeri atılıyorlar. Yıllar sonra gerçek suçlu ben yaptım deyince olay açığa çıkıyor ama çocukların ve ailelerin hayatı darmadağın olduktan sonra. Ve bu adalet skandalının sorumluları yine zeytinyağı gibi üste çıkmayı beceriyorlar. Kurumlar kendi elemanlarını koruyor, kimse bu skandaldaki sorumluğu üstlenmiyor. Herkes görevini doğru bir şekilde yerine getirdiği konusunda geri adım atmıyor. Amerika’nın en derin fay hatlarından Siyah-Beyaz ayrımı Siyah birinin başkan seçilmesiyle giderilemeyecek kadar derin.    

 

Günün yarışma filmi “Siste” ise 1942’de SSCB’de geçiyor. Alman işgali altındaki bölgelerde demiryolu işçileri kendi inisiyatifleriyle bir Alman trenine sabotaj düzenliyorlar. Yakalanan dört demiryolcudan üçü asılıyor. Serbest bırakılan biri ise bu sefer direnişçilerin gözünde hain ilan ediliyor. Oysa Suşenya adlı bu demiryolcu son derece onurlu biri. Almanlar onu bir anlamda yem olarak serbest bırakıyorlar. Hainlikle suçlanacağını ve direnişçileri üzerine çekeceğini biliyorlar. Son derece yavai tempolu bu film yaşamanın anlamı üzerine anlamlı sorular soruyor. Fakat ne yazık ki fazlaca yeni bir şey söylemiyor. Sergei Loznitsa’nın filmi onurlu bir ölümün onursuz bir yaşamdan çok daha yeğ olduğu mesajıyla, temel insani meselelerden birine düzgün bir bakış getiriyor.   

 

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter