Popüler Sinema

Paylaş
Eleştiriler

Cannes Film Festivali'nde 17 Mayıs

Cannes Film Festivali'nde 17 Mayıs
Yazar: Bir gün öncenin yorgunluğunu atamadan hızlı bir güne daha başladık. Festivalin ikinci gününde üç yarışma filmi daha seyretme olanağı buldum. Ayrıca Nuri Bilge Ceylan’a Fransız Yönetmenler Birliği’nin verdiği Carrosse d’Or (Altın Fayton ya da Altın Saltanat Arabası)ödülünün törenine ve ardından Türk standında yapılan partiye katıldım. Şimdi haberler…

 

Günü sabah 8:30 senasında “Un Prophet” (Bir Peygamber) filmiyle büyük başarı elde eden yönetmen Jacques Audiard’ın “Pasa ve Kemiğe Dair” (De Rouille et D’Os) filmiyle açtık. Audiard’ın filmi Nasrallah’ın “Savaştan Sonras”ı ve günün diğer filmlerinden “Cennet: Aşk” (Paradies: Liebe) gibi eşitsiz temellerde yaşanan bir aşkı anlatıyordu. Bir baltaya sap olamayan Ali, günün birinde aniden 8-9 yaşındaki oğlunun bakımını da üstlenmek zorunda kalır. Ali oğlunu alıp ablasının yanına yerleşir ve bir gece kulübünde güvenlik görevlisi olarak çalışmaya başlar. Stephanie ise bir yunus parkında katil balina (katil insanların orka’lara verdiği adlardan en bilineni)  bakıcısıdır. Bir akşam Stephanie kulüpte bir kavgaya karışır, Ali onu evine bırakır. İkili, kültürel ve sınıfsal açıdan farklı dünyaların insanlarıdır. Fakat kader devreye girer. Stephanie akvaryumdaki bir kazada iki bacağını birden yitirir. Sevgilisinden ayrılır ve aklına Ali’yi aramak gelir. İkili arasında bir ilişki başlar fakat Ali ne baba olmayı ne de bir kadını sevmeyi henüz bilmemektedir. Bunları öğrenmesi için birkaç dramatik olay daha yaşanması gerekmektedir. Stephanie’nin de tabii hayata yeniden bağlanabilmesi ve bacaksız haliyle de çekici olabildiğini öğrenmesi gerekecektir. Stephanie’yi Marion Cotillard, Ali’yi  Matthias Schoenaerts canlandırıyor.  Audiard’ın “Bir Peygamber”ini bile pek beğenmediğimi söylemeliyim. Bu film kanımca hiç inandırıcı olmayan bir hikayeye sahip. Nihayetinde ne Ali’nin baba ve erkek oluş hikayesi ne de Stephanie’nin bedensel eksikliğine rağmen hayata bağlanmayı başarma çabası yeterince etkili bir iz bırakıyor.    

 

Wes Anderson’un  festivalin açılışını da yapan yarışma filmi “Moonrise Kingdom” da bekleneni veremeyen filmlerden biri oldu. Anderson sineması aileyi, özel olarak da (dolaylı biçimde de olsa) Anderson’ın kendi ailesini anlatır. Bu ailelerde genellikle ilgisiz bir baba figürü vardır, ailenin çocukları sevgisiz yaşamanın yaralarını sarmak için ömrü billah uğraşır dururlar. Baba figüründen nefret ve babanın kadınına sahip olma arzusu, yani Ödipal karmaşa, temel izleğidir Anderson filmlerinin. “Moonrise Kingdom” Amerika’da Anderson’a göre bir dönemin bitip diğerinin başladığı 1965’te geçiyor. Filmin kahramanları da hayatlarında tam bir dönüm noktasındalar. 12 yaşındalar ve çocukluktan ergenliğe geçerken ilk aşklarını da yaşıyorlar. Filmin iki küçük kahramanı da ağır bunalımlı tipler. Erkek öksüz bir çocuk, kız ise Tenenbaum ailesindeki gibi depresif bir edebiyat meraklısı. Bill Murray her zamanki gibi sevimsiz baba rolünde. Fakat Anderson filmlerini çekici kılan kahramanlarının ilerlemiş yaşlarına rağmen çocuksu olmalarıydı. Bu kez başrole çocuklar çıkınca büyü kaçmış. İşin esprisi de. 

 

Günün üçüncü yarışma filmi ise Ulrich Seidel’in “Cennet: Aşk”ıydı. Eşitsiz temeller üzerine kurulu aşk hikayelerinin yeni ve radikal bir örneği olan film şu ana kadar gördüğüm filmlerin en iyisiydi. Başrol oyuncusu Margherethe Tiesel en iyi kadın oyuncu ödülünü almazsa çok şaşıracağımı şimdiden söyleyebilirim. Daha iyi bir kadın oyuncu performansı çıkma ihtimali çok düşük. Laurent Cantet’nin de “Güneye Doğru” (Vers le Sud) adlı filminde anlattığı yaşlı kadınların Afrikalı gençlerle kurduğu cinsel/duygusal ilişkiler “Cennet:Aşk”ın konusunu oluşturuyor. Fakat bu çok daha sert bir film. Batılı beyazların üçüncü dünyanın gençlerini düzme hikayeleri, kadının dominant olduğu perspektiften pek anlatılmadı. Bizim Alanya’nın da bu konuda anlatılmayı bekleyen bir hikayesi var. Yaşlı ve şişman bir Avusturyalı kadın tatilini Kenya’da geçirirken, kendisi gibi diğer bütün yalnız kadınların yaptığı gibi genç Afrikalı erkeklerle ilişkiye girer. Sömürür ve sömürülür.  Seidel’ın filmi beyaz Avrupalının tarihsel sorumluğuna dair bir şey söylemiyor, bu anlamda biraz yüzeysel ve izlenimci olduğu söylenebilir. Afrikalı erkeklerin hikayeleri de pek görülmüyor, onları hep dolandırıcılar olarak görüyoruz. Fakat bu ilişki tarzında aslolan da söğüşlemek zaten. Herkes herkesi sömürüyor. Pis bir sınıfsal ayrım üzerinde iyi bir ilişki kurulamıyor!


Cüneyt Cebenoyan

 

CANNES
NURİ BİLGE CEYLAN

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter