Popüler Sinema

Paylaş
Eleştiriler

“BÜYÜ DE BABAN SANA…”

“BÜYÜ DE BABAN SANA…”
Yazar: 19. Altın Koza Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması’na başvuran kısa filmleri izlemek üzere 7-8 Ağustos’ta ön jürinin diğer üyeleri Selim Demirdelen ve Asiye Dinçsoy’la buluştuk. İzledikçe hevesim kırıldı, izledikçe aklıma onlarca soru düştü, izledikçe biraz hayat benden soğudu, biraz ben hayattan soğudum... Ama daha çok üzüldüm ve korktum.

 

Şahsıma (bir zamanlar) kısa filmlerin ön jürisinde olmanın tadı bir başkaydı. Bir umuttu yaşatan insanı! Ne de olsa bu filmler, günümüze ve geleceğe dair bir şeyler söyler. Bu kez, ciddi bir çoğunluk, neyi, nasıl, neden söylediklerini gizlemişler ya da daha kötüsü bir şey dememişler. 

 

Başvuran öğrenci filmlerinin bahsi geçen ‘çoğunluk’u üzerine dertleşmeye bir ‘dert’lerinin olmamasından başlayabiliriz. Öyküleri, olay örgüleri, paylaşacak meseleleri yok. Atmosferleri yok! Atmosfer yaratmak, yaratıcı olmak, oldurmak, düşünmek, işlemek, kafa yormak… Yok! Bazılarında çileden çıkarırcasına yok. Oysa sözünü ettiğimiz üniversite öğrencileri... 

 

“Bir Başka Alemden Gelmiş Gibisin…” 


Her filme başka bir “Şimdiki iyi olacak.” heyecanıyla başlıyor ve sonu gelmeyen hayal kırıklıklarının hezimetini yaşıyoruz. Buyurunuz boş verelim jüriliği müriliği… Bir izleyici olarak sorgulamadan edemiyorum. Memleketin üniversitelerinde neler oluyor? Bu öğrenciler, filmlerine kendilerinden ne katıyor? Eğer kendilerinden kattıkları, bize izlettikleriyle sınırlıysa, temel sorunu nerede aramamız doğrudur? 20’li yaşlarındaki gençlerimizin ruhları var şüphesiz. O halde nasıl böyle ruhsuz filmler yapabiliyorlar? Kavgasız, sevdasız, tutkusuz, arzusuz sanat olur mu? 

 

Bu insanlar nelerden korkuyor, neleri seviyor, nelerle mücadele ediyorlar? Neleri merak ediyorlar? Anlaşılan o ki anca sıkılıyorlar. Siyasi bir duruşları var mı? Duruşları var mı! Duruşlar, fikirler kayıp. Şu her şeyin pişip ağzımıza düştüğü ‘hazırcı’ toplumda yapabildiğimiz yalnızca kamerayı da tüketmekse…  Zira bir noktada, bir jüri üyesi şık bir soru soruverdi: “Gençler, aşık da mı olmuyor?”    

 

“Biraz üstüne düşüneyim.” demiyoruz anlaşılan. Aymazlık değilse, nedir bu: Düşünmeye mesafeyle yaklaşmak? Düşünmeyi istememe lüksümüz var! Cesaret? O da ne! Film izleme süreci bittiğinde sıkıntımı arkadaşımla paylaştım. ‘Filmlerin çoğunda’yı aldım parantez içine, dedim “Ne tasa var ne ritim… Ne bir bakış ne bir deyiş…” Dedi “Okumuyorlar.” Okumuyoruz, tamam, anlaşılan film de izlemiyoruz! Az çok özgün bir esere giden yolun yolcusu olabilmek adına ne yapıyoruz? Jürilik defterini yeniden açarsak; vaziyet böyle olunca bizler de tutarlı bir anlatım, bir tutam mizah ya da bir damla ilginçlik, farklılık gördüğümüzde ona yapışıyoruz. 

 

'Filmlerin çoğunda', kuru felsefeden ayrı düşemeyen yönetmenler ve senaryo yazarları var. “Dünyayı çözdüm.” bilmişliğini, ham replikleriyle ve kadrajlarıyla beynimize beynimize vuruyorlar. Filmlerini, kendi elleriyle seyirciden uzaklaştırıyorlar. Hatta kimi zaman itici ve yalancı hale getiriyorlar. 'Filmlerin çoğunda', diye başlayacağım yine, affınıza sığınarak vasatı mumla aratan, sahicilik yüzü görmemiş oyunculuklar var. Kimileri profesyonel aktristlerle ve aktörlerle çalışmış. Ancak nasıl bir oyuncu yönetimi mevzu bahisse, o oyuncuların aslında hiç de profesyonel olmadıklarını anlayıveriyoruz. 'Filmlerin çoğunda' tedirginlik uyandıracak derecede kurgu ve ses sorunu var. Filmlerin kendi sağlığı için kurguda ve seste acele etmesek… İki kalemin de teknik detaylar değil, filmi film yapan unsurlar olduğunu fark edememiş örnekler izledik zira. 

 

Başa dönersek, ana sıkıntı ‘mesele’sizlik! Şu coğrafyada koyun koyuna yaşadığımız ‘insan öyküleri’ heyelanında, gündem, on iki saatte bir yeniden yazılırken halen birileri çıkıp neresinden tutsanız elinizde kalacak bir uyuşturucu filmi çekilebiliyor. En azından uyuşturucu filmlerinin mihenk taşlarından üç beş eser ya da bir başına Trainspotting izleseymiş, demeden duramıyorsunuz. Daha kötüsü, kısa filmin altın kuralları mütemadiyen çiğneniyor. Ana karakterin hantal bir edayla uyandığı, yataktan zar zor kalkıp elini yüzünü yıkadığı (Şanslıysak dişini fırçalamıyor.), oturma odasına gittiği, geniş geniş etrafa bakındığı, belki televizyonu açtığı, belki açmadığı bir dizin çekiliyor. Ve bu dizin, bir ‘eser’ olarak Adana Altın Koza’ya gönderiliyor. Bir bakıyorsunuz 7 dakikalık kısa filmde, ana karakter 3.5 dakika yürüyor. Siz, onu yürütmenin öyküye katkısını çözene kadar film bitiyor. Minimal sinema daha ne kadar yanlış anlaşılabilir?

 

Seyirci koltuğunuzda bir parlamanın peşindeyken, işi şuursuzluğa vardıranların sizde uyandırdığı kaygıyı ardınızda bırakmaya gayret edip yönetmenlik hamuru olanlara ayılıp bayılıyorsunuz. Arzu ederseniz şimdi, ‘çoğunluk’u kapatalım, genel verilere bakalım. Efendim, kurmaca, belgesel, deneysel ve canlandırma dallarında toplam 170 başvuru var. Canlandırma bir yana, Erciyes, Selçuk ve Mersin’den hatırı sayılır fazlalıkta katılım göze çarpmakta. Bilgi, Beykent ve Bahçeşehir gibi özel üniversitelerin de adına rastlarken güzel sanatların kalesi Mimar Sinan’dan başvuran öğrencilerin sayısı dört! Bir acı gerçek de İstanbul’lu ve Marmara’lı yönetmenlerin filmlerinin yüzde doksanının cılız olduğu.  

 

“Kökünü toprağımda dene …” 


Deneysel filmlerin içinde bir eser var ki aynı zamanda başvuran tüm filmlerin akılda en çok yer edenlerinden. Bilgi Üniversitesi’nden Oğuzhan Akalın’ı senelerdir biliyoruz aslında. Kendisi Harry Potter’ın memleketimizdeki sesi! Seslendirme sanatçılığı şöyle dursun, onun adını yönetmen olarak bir yerlere yazıp neler yapacağını beklemeye koyulabiliriz gönül rahatlığıyla. Akalın’ın aile tablosundan girip mutluluğu, eğitimi, kimliği, bireyi ve toplumu bir o yana bir bu yana çekiştiren deneyseli KAFES, ‘ses’le ne yaptığını biliyor ve diğerlerinden ayrılıyor. Başta Fatih Özkan ve Akasya Asıltürkmen olmak üzere oyunculuklardan da dem vurmak gerek.  

 

Gelin gelelim, ‘deneysellerin çoğu’na… Evet, zorlarsak, bazıları için müzik videosu bazıları için video art denemeleri diyebiliriz. Elbet, çoğu, görsel işler parantezinde bir yerlere oturabilir. Ama deneysel ‘sinema’?

 

Biz her nedense kısa filmde ‘deney’lemek konusunda pek kısırız. Hemen sınıftan marjinal bir kız arkadaş bulup onu birkaç açıdan görüntülüyoruz. Eski bir yapı ya da ev imgelerini dört yana salıyoruz… Üstüne, su sesi, üç beş nefes, kalp atışları, cızırtılar döşüyoruz. Zaten görüntümüz çamurken ses kurgumuz neden sağlam olsun? En baştan iyi bir kameraya ihtiyacımız yok ki! Nasılsa karanlık çekeceğiz. Ne müzik kullanma yetimiz ne özgün anlatım hamlelerimiz ne seyirciyi olumlu anlamda zorlayacak ya da şaşırtacak hünerlerimiz var. Derdimiz nedir, varoluş mu? Lütfen…! Hepsinden öncesi ve önemlisi deneysel sinema için gereken sinema duygusu! Tıpkı belgeselde olduğu gibi…  

 

“…ve insanların korkunç öykülerini anlattım onlara…”

 

Belgeseli röportajdan ayıran onlarca kalemi sıralamaya ihtiyaç duymasak keşke… ‘Belgesellerin çoğu’ aynı dertten muzdarip: Sinema duygusu olmamasından… Kimileri, bir anlatıcı, üç beş doğa çekimi eşliğinde hızlandırılmış tarih dersi verirken kimileri görsel dünyasını olabildiğince daraltıp Büyük Larousse okuduğumuz hissini uyandırıyor. Klasik anlatının bacaklarına yapışmış, kuralların dışına çıkmaktan ödü kopan, yüreksiz televizyon belgeseli misali çoğu. Kimilerinin, evet, resimleri iyi hoş ama başka meziyetleri yok. Belgesellerin, müzikle ve sesle ilişkileri de diğer dallarda olduğundan daha sorunlu. Gerçi esas sorun, tıpkı deneyseldeki gibi tür ve işleyiş ilişkisi. Belgesel denilince anladığımız şu: Kameramızı kuralım, insanlar anlatsın. Böyle olunca o eserlere bir hamlık, bir yavanlık çöküyor. “Kuralları alayım, yıkayım, yoğurayım, kendi kalıbıma uydurayım…” demiyor kimse! Biraz görmek, biraz ortak olmak, biraz ayrıntı, biraz tempo istiyorsunuz seyirci olarak ama ne mümkün. Bir bakıyorsunuz basmakalıp anlatım dili, belgeselin meselesini ezmiş ve uykunuzu getirmiş. Bir bakıyorsunuz pek az sayıda belgesel, duygu sömürüsü ile güçlü duygu arasındaki farkı fark edebilmiş. Bu ayrıma varan eserlerde öyküsünü kıymetlendiren insanlara kulak verilmiş. İşte o zaman sayılı sıkıntıları görmezden gelebiliyor ve anlatanlara dikkat kesiliyorsunuz. Etkilenmekse etkileniyorsunuz canım, size zorla dayatılmadan. En net örneğimiz, Selçuk Üniversitesi’nden Türker Söğütlüler’in imzası ÜÇ HARF. Ne belgemiz mevcut ne görsel diyarımız. Perdeye yansıyan yalnızca bize dinlememizin şart olduğu bir hastalığı anlatan insanlarımız…

 

Hem güçlü insan öykülerini dillendiren hem de anlatım yolunda çabalayıp kendi biçimini oluşturan filmlerimiz de var ne güzeldir ki. Misal, Mersin Üniversitesi’nden Melih Mert Baykal, Kemal Erdur, Şafak Demirkapı’nın kotardığı, bizi dokuz çocuklu bir ailenin boksa baş koyan 16 yaşındaki üyesi Aynur Turgut’la tanıştıran BİR YUMRUK BİR UMUT.

 

Adana Altın Koza’ya başvuran öğrenci filmleri arasında “Siyasetle en direkt ilişkilidir.” ya da “Siyasi tavrı nettir.” diyebileceğimiz bir eser yok açıkçası. Ama Selçuk’tan Ceyhan Hansu’nun yönettiği ve kamerasını sokak emekçilerine çeviren SARI ÇİZGİ gibi duyarlı eserler var. 

 

Mevzusu itibariyle 170 eserin en ‘ilginç’i olan HALA, Erciyes’ten Veysel Akşahin’in özenli imzasını taşıyor. Yaşar Üniversitesi’nden Zeynep Oral’ın yönettiği BEN, SEN, O da adını zikretmemiz gereken filmlerden.

 

18 Mart Üniversitesi’nden Şükrü Özçelik, ANNEMİN ESTETİK ANLAYIŞI’nda, annesinin dantel tutkusunu ve bu tutkunun evdeki yaşamı nasıl etkilediğini kısacık bir zaman diliminde ele alıyor. Eser, iyi bir belgeselin ihtiyaçlarını karşılamak konusunda zayıf olsa da mizahı ve ne yaptığını bilen kurgu dili itibariyle kendini sevdiriyor. 

 

“Ruhumdaki sabır, kalbimdeki aşkla kurdum…”


Kurmacaların ortak gamları değişmiyor: Diyalog yazamama, akamama, kurgunun önemini anlayamama… Değerli sinemaseverler, artık iyice anladık ki az sayıda filmin derdi var. Onlar da dertlerini aktarmak için ezberlenmiş kestirmeleri seçiyorlar. Bir kolaycılıktır dolanıp duruyor ortalıkta. Kimilerinde yalnızca reji iyi, sürükleyen, götüren başka hiçbir şey yok. Kimilerinde, evet, bir şey var ama film bizzat görsel sakatlıklarla doluyken o ‘bir şey’in ne olduğunu keşfetmemiz zor. 

 

Bizi yaşama yeniden bağlayan kurmaca sayısı oldukça azdı. Onlardan biri alaycılığı, oyuncu kadrosu ve düşmeyen, düşürmeyen aksiyonuyla yarışmanın tek parodisi olan, Bahçeşehir’den Hakan Kemiksiz’in imzası TORTUGA. 

 

‘Yürekli’liği haiz ender filmlerden birine dikkat çekmezsem ayıp etmiş olurum. Marmara Üniversitesi öğrencisi Merve Hürriyet’in GİZLİ OTURUM’u. Yönetmenimiz, iki kadın bir erkeğe cehennemin kapılarını açan hafif absürt eserinde, cinsel dozajı tadında bırakmayıp zaten sözlü anlatımla sunduğu şeyleri görsel olarak da gözümüze sokuyor. Ama bu, ne filmi amacından saptırıyor ne de bizi filmden soğutuyor. 

 

Bilgi Üniversitesi’nden İlkyaz Kocatepe’nin yönettiği BİR KURABİYE MASALI, çok da özgün olmayan atmosferine (İsterse özgün olmasın sonuçta bir atmosferi var.) ve çok da özgün olmayan senaryosuna (İsterse özgün olmasın sonuçta bir senaryo var.) karşın sevgiyle örülmüş, seyircisini an be an temiz hisler çemberine çeken, sinema duygusunu başından eksik etmeyen seyrişeker bir kurmaca sunuyor.

 

Erciyes’ten Doğacan Aktaş’ın yönettiği LOLİPOP ve Selçuk’tan Emre Karadaş’ın yönettiği 1982 de önem arz eden kurmacalar.

 

 “Elleri var özgürlüğün, gözleri, ayakları…”


Ah yalnız ve güzel canlandırma dalı:! Yalnızca sekiz başvuru var. Dört tanesi az ya da çok ilgiye değer. Ancak ön değerlendirme maddelerine göre; kurul, her kategori için en az beş filmi aday göstermeli. Zar zor beşinci bulunuyor. Listeye iliştiriliyor. Yine de canlandırmaların, basit fikirlerle yola koyulsalar bile, kendilerini izlettirdiklerini söylemeden geçmemeli.  

 

Şayet sinema bizi mutlu ediyorsa, bundan eminsek, lütfen biz de sinemayı mutlu edelim. Değerli sinemaseverler, bu yazıyı saymıyorum, bir sonraki yazıya bekliyorum.

 

Ceylan Özçelik  

twitter.com/ceylanozc

4_pre
6_pre
7_pre

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

RÖPORTAJLAR

Salvatore Schirmo: "İtalyan sineması...

Salvatore Schirmo: "İtalyan sineması...

Fırat Sayıcı

Emre Ahmet Seçmen: “Bu belgesel için 53 r...

Emre Ahmet Seçmen: “Bu belgesel için 53 r...

Fırat Sayıcı

Seda Aktaş: “Kitlesel fonlama, film üreti...

Seda Aktaş: “Kitlesel fonlama, film üreti...

Fırat Sayıcı

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter