Popüler Sinema

Paylaş
Eleştiriler

Aşkın Algoritması

Aşkın Algoritması
Yazar: Mustafa İri

Yeni bir yılın daha sonuna yaklaşırken şenlik içindeki vizyon takviminde kadın hikâyeleri boy göstermeye devam ediyor. Bitmek bilmeyen kavgaları, kişisel direnişleri ve hüzünlü öyküleriyle üç kadının izleyici üzerinde çarpıcı etkileri oldu. Olmaya da devam ediyor zira gördükleri ilgi nedeniyle örneğin ‘Roma’ gibi bir sanat filmi bile Jeniffer Lopez’in son filmi Hayatım Yalan(Second Act)’ı geride bırakmış durumda. Güçlü yönetmenlerin imzalarını taşımaları bir yana açık şekilde fark ediliyor ki; ayakları yere basan sağlam senaryolar biyografik öğeler taşısalar da büyük ilgi görüyor ve seyircide tatmin yaratıyor.


Bana göre yılın son sürprizi ‘Zoe’! Yapımcı ortaklarından birinin Ridley Scott olduğu ‘Aşkın Algoritması’, bilimkurgu sevenler için tam bir noel armağanı. Drake Doremus’un yönettiği Zoe (Aşkın Algoritması), bir tür matematik denklemi hissiyatı yaratsa da özünde bir aşk hikâyesi. Lea Seydoux’un müthiş oyunculuğu ve ona eşlik eden Ewan McGregor’un etkili varlığı sayesinde ilginç bir izleme deneyimi sunan filmin robotlar arasında yeşeren insancıl sevgiyi çarpıcı bir biçimde yansıttığını gördük. New Age müziğin uzayı çağrıştıran dokunuşları eşliğinde içinden kablolar geçen latex güzeli Zoe’yi merkezine alan ilginç yaşamda neler oluyor neler. Kendisini yaratan insanı, kendini insan sanarak yanılgılar içinde sevmeye başlayan güzel yüzlü Zoe’nin android bile olsa kadınca bir duygusal dünyası var. O dünyada aşık olduğu erkeğe bağlı, gittikçe derinleşen tutkusuyla başa çıkmak için kendini yok etmeye kadar giden platonik bir serüveni izlerken insan şunu düşünmeden edemiyor: Bu kadınlık denen şey ne zormuş be kardeşim! Kul yapısı da olsan o derdi çekeceksin!


Cleo’nun sorunları daha yaşamsal. Öyle hayal gücüne dayanan şeylerden türemiyor. Bizzat yaşadığı şehrin içinden, kendi ayarındaki erkek arkadaşından kaynaklanıyor. Yönetmen Alfonso Cuaron’un tüm dünyada hayranlık uyandıran son filmi Roma’dan bahsediyorum. Görünen o ki Oscar’ı da alacak. Türk izleyicisi de çok sevdi Roma’yı. Birkaç hafta olmasına rağmem salonlardaki etkisini yitirmedi. Kulaktan kulağa reklamı da iyi yapılıyor. Tavsiye üzerine gelenler memnun ayrılıyor. Bu açıdan başroldeki karakter olan ve Cuaron’un da bir nevi çocukluk aşkı hizmetçi Cloe, şiirsel acılarıyla gündeme oturuyor. Siyah-beyaz çekilen filmin ikna edici sinematografisi 1970’li yılların Roma’sına götürüyor bizi. Şaşırtıcı başarısını çok da büyük hareketlerle anlatmadığı iç aksiyona borçlu. Erkeklerin perişan ettiği bir dünyadan kadınca bir sığınağın içine saklanarak korunmaya çalışan acılı Cloe, sığındığı evin hanımı ve tatlı çocukları ile film afişindeki sarılış fotoğrafına kadar uzanan finalde kıymık gibi acı veren bir tecrübe yaşatıyor. Robot Zoe’nin şaşkın bakışları gibi Cloe de özellikle düşük yaptıktan sonra hayatın cehennemine aynı biçimde gözlerini diker. Bu sessiz ölüm bekleyişi öylesine etkilidir ki; bir önceki chapterda izlediğimiz inanılmaz doğum sahnesinin üstüne adeta tüy diker. Güncel metaforları sakin biçimde yüreklere mıhlayan müthiş Roma’nın, sonlardaki dalgalı denizden çocuk kurtarmaya kadar giden umutlu yolculuğu ezilenlerin mutluluk marşı gibi izleniyor. Yönetmenin ilginç filmografisinde Cloe (Yalitza Aparicio) hiç unutulmayacak bir kadın portresi, güçlü sinema evreninde kaybolmayacak bir sancı, bu sonsuz insan denizinde ise aşkın fırlatıp attığı kadınlar adına devasa bir karın ağrısı.

 

İkinci Dünya Savaşı sonrası Polonya’sında yaşanan etnik müziklerin başrolde olduğu Soğuk Savaş (Cold War), tıpkı adı gibi soğuk bir film. Bu soğuk ve mesafeli tavrına rağmen bir aşk filmi aynı zamanda. Yılın en iyi beş filmi arasında gösterilen Pawel Pawlikowski yönetimindeki bu filmin seveni kadar sevmeyeni de var. Arthouse salonlarında oynadığı için kendine güvenen izlesin diyoruz. Orada da Zula adında genç ve güzel bir kızın şarkıcılık serüvenine tanık oluyoruz. Joanna Kulig, Zula rölünde enfes bir iş çıkarmış. Trajik sona doğru tüm evrelerdeki kadınca çaresizliğini etkili biçimde sergiliyor. Yönetmenin ser verir sır vermez tavrına rağmen Wiktor (Tomasz Kot) ile gerçek aşkın ölüme giden boş vermişliğine adanıyorlar.  Unutulmaz bir öğrenci-öğretmen aşkını betimliyorlar. Bu film 80’li yılların Özdemir Erdoğan&Sezen Aksu şarkısı Keman Öğretmeni açısından duygusal bir terminatör. Tüm dünyayı ve sahip oldukları yetenekleri bir kenara atarak Stefan Zweig ve eşi gibi intiharı seçen Zula’nın erkeğini de peşi sıra sürüklemesi ve sorguya yer bırakmayan teslimiyetiyle kadın tavrı alan değiştiriyor ve rahatsız edici şekilde görkemli bir efsaneye dönüşüyor. Zula’nın erkeğine duyduğu aşk imkansız değil ama erkeğin temsil ettiği ve onu kendi ülkesinden söküp alan ve yersiz yurtsuz bırakan politikanın kurbanı. Bu kez aşk, dünya siyasetinin savaş sonrası politikalarına meze yapılıyor. Bir kadının dünya üzerinden kendini acımasızca silmesine neden oluyor. Bu yönüyle Zula’nın hayatı Cloe ve elbette Zoe’ninkiyle karşılaştırılamaz. Yine de öz kıyımı seçmesini anlamakta zorlanmıyoruz. Kendi yaşamından kartpostallar gibi bölüm bölüm ilerleyen, aralarda ne olduğunu bilemediğimiz kapalı dünyasında Zula sadece bu yılın değil, tüm sinema karakterleri içinde coğrafyasından koparılarak aşkı dar ağacı yapan ender bir kişiliğe dönüşüyor. Etnikten caza kadar aynı tema şarkısının sürekli form değiştirmesi gibi, kadın varoluşunun aşkla biçimlenen yolculuğunda krizalitten ölü kelebeğe kadar sürecek dramatik bir yolculuk. Ölüm ve kadınlar adına dikilen dev bir anıt!

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter