Popüler Sinema

Paylaş
Dosyalar

Yeni Meksika Sineması’na bakış

Yeni Meksika Sineması’na bakış
Üye: Kerem Akça Güney Amerika sinemasında Brezilya ve Arjantin’in daha uzun tarihleri olsa da, Meksika da önceleri yıldız yetiştirme enstitüsü olarak görev yapmıştır. Ancak 90’larda ‘Yeni Meksika Sineması’ adıyla yükselişe geçen bir ekol doğuran ülke sineması, yedinci sanata auteur yönetmenler armağan etmiştir. Ben de ‘iki arada bir derede’ kalıp Kuzey Amerika ile Güney Amerika’nın eğilimlerini birleştiren Meksika’nın sinemaya yaklaşımını ele aldım.

Güney Amerika sinemasına baktığımızda, ‘Üçüncü Dünya Sineması’ ve ‘Cinema Novo’ akımlarının dışında herhangi bir eğilimden bahsedemeyiz. Ancak işin ilginci kıtada Lumiere Kardeşler’in kamerayı ilk getirdiği ülke Meksika’dır. Fakat ABD’ye yakın olduğundan sürekli stüdyo setlerinin, ünlü yönetmenlerin, yükselen oyuncuların uğrak noktasına dönüşerek önem arz etmiştir bu ana kara.

 

1900 ila 1930 yılları arasında Alva Productions ve Azteca Stüdyoları gibi şirketler kurulsa da 1913’de Huerta’nın askeri darbesinden ve devrimlerden dolayı Meksika sineması, bir türlü ayakları üzerinde duramamıştır. Sonucunda melodram ve western gibi türler ile sosyal gerçekçi hikayelerle öne çıkmak zorunda kalmıştır. Özellikle 1919 tarihli Luis C. Peredo imzalı “Santa”nın hayat kadını hikayesinin içindeki trajik melodram iskeleti ve büyük şehir karşıtı tutum unutulmaz.

 

 

Yarı topallayarak ilerleyen Meksika sineması aslında 1930’lardan sonra Fred Zinnemann, Sergei Eisenstein, Luis Bunuel gibi isimlerin ülkede film çekmesiyle ayakta durabilmiştir. 1932’de Federico Gamboa’nın ‘Santa’ romanından uyarlanan Antonio Moreno’nun uzun metrajlı eseri, ilk sesli filmdir. “The Woman in the Port” (“La Mujer del Puerto”, 1934), “Let’s Go with Pancho Villa” (“¡Vámonos con Pancho Villa!”, 1936), “Allá en el Rancho Grande” (1936) gibi tür filmleri de öne çıkmıştır bu dönemde. Meksika sineması boş durmayıp belli yönetmen ve oyuncu isimlerini yedinci sanata armağan etmiştir.

 

1940’larda ise ‘El Indio’ lakaplı Emilio Fernandez, görüntü yönetmeni Gabriel Figueroa ile Dolores Del Rio’nın çıkış yılları olmuştur. 1943’te çekilen VE bu üç ismi bir araya getiren “Maria Candelaria”, 1946’da Cannes Film Festivali’nde ‘Büyük Ödül’ kazanmıştır. Ancak son iki ismi Hollywood’a armağan etmesiyle anılmıştır daha çok. Tipik bir duygusal-dram ya da oryantalist pembe dizi düşü olarak nitelenebilecek eser gerçek anlamda ülke sineması kimliğinde bir ‘örnek’ oluşturmaya yaramıştır.

 

 

Esasen de sonrasında Guillermo Navarro, Emmanuel Lubezki, Rodrigo Prieto ve Salma Hayek, Penelope Cruz gibi ülkeden veya başka yerden çıkma Latin Amerika kökenli görüntü yönetmenleri ile oyuncuların temelini atmıştır bu durum. 1960’larda daha ziyade Santo adlı güreşçinin oynadığı kült avantür filmleriyle anılan ülke sineması, ortak yapımların dışına çok fazla çıkamamıştır. Meksika westerni eğiliminde bir ‘kol’ ve ‘mekan’ niyetine kullanılmış,  ya da kötü adamların merkezine dönüşmüştür. 1954 tarihli “Vera Cruz” ile 1974 yapımı “Bana Onun Kellesini Getirin” (“Bring me the Head of Alfredo Garcia”) halen unutulmamaktadır.

 

Ancak 1990’larda Yeni Meksika Sineması adı altında yeni bir jenerasyon aradaki Arturo Risptein, Alfonso Aaru gibi çok isim yapmayan kimlik sahibi yönetmenlerin yerini doldurmaya yaramıştır. Alfonso Cuaron, Guillermo Del Toro, Robert Rodriguez ve Alexandro Gonzalez Innaritu, bir bakıma Arjantin ve Brezilya’ya karşı ülkenin makus talihini yenmeye çabalamışlardır. Bunlar da çoğu Meksikalı isim gibi ‘ABD’ transferi gerçekleştirse de bir ekolün ismini almayı da ihmal etmemişlerdir.

 

Lafın özü pembe dizisel abartılı melodram şablonundan kurtulan sinema böylesi auteur yönetmenler çıkarmaya başlamıştır. Kendi serbestliğini de Arjantin’in ‘sosyal gerçekçi hikaye’, Brezilya’nın ‘suç hikayesi’ne kayan oluşumlarının üzerine taşımıştır. Del Toro’nun mitolojik öğelerle sarılı fantastik sinemadaki işlevselliği, Rodriguez’in suç hikayelerinden B filmi ve istismar filmine girmesi, Cuaron’un gençlik hikayesi anlatma becerisi, Innaritu’nun da çok hikayeli kesişen hayatların üzerinden yol alması bir üslup belirlemiştir.

 

 

Sonrasında Güney Amerika’nın ‘maddi bunalım’ına boyun eğen Rodrigo Pla gibi yönetmenler olsa da esasen sinemaskop (2.35:1) oranında evrensel işler veren, kendi üslubunu oturtmak isteyen sinemacılar öne çıkmıştır. Carlos Reygadas (Bkz. “Sessiz Işık”), Fernando Eimbcke (Bkz. “Tahoe Gölü”) ve Gerardo Naranjo (Bkz. “Miss Bala”) bunların arasında 2000’lerde çıkış yapan ‘neo-kuşak’ın en önde gelen isimleridir. Her birinin de farklı anlayışları yansıtmalarına karşın, kaynaklarından kültürel bir şey çıkarmaları önemlidir.

 

Reygadas’ın cinsellik üzerinden uzun kaydırmalarla bir ekol oluşturması, Naranjo’nun gençlerin arasından suçsal zorunlulukları ele alması, Eimbcke’nin ise Jarmusch’vari bir dinginliğin üzerine gitmesi görülmeye değerdir. Nihayetinde ise uzun kaydırmalar, gerçekliği resmeden gözlem, mesafeli ama ana akım anlatıya yakın bir üslup çekirdeği oluşturmuştur. Sınıfsal uçurum, böylece ‘modern’ bir süreçten geçip Amerikan sineması etkisiyle kavrulmuştur.

 

Kerem Akça

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter