Popüler Sinema

Paylaş
Dosyalar

Slasher filmleri: Korkunun ‘ciddiyet’ ile imtihanı

Slasher filmleri: Korkunun ‘ciddiyet’ ile imtihanı
Üye: Kerem Akça 1960 yılında doğduktan sonra belli dönemlerde furyaya dönüşen ‘slasher filmi’, polisiyenin seri katil filmi alt türünün şiddet ve istismar öğeleriyle yoğrulmuş korku versiyonudur. Sinemada fazlasıyla genç kitleyi yakalamak için kullanılan bu şablonun tarihsel gelişimini ele aldım.

 

1960’lı yıllar Hollywood’da belli olayların cereyan etmesiyle bir değişime işaret ediyordu. Zira TV ile mücadele, Elia Kazan’ı dışarıda bırakan ‘cadı avı’ meselesi, Soğuk Savaş’ın etkisi, dünya sinemasının baskısı derken ‘ana kara’ da bir yenilenmeye ihtiyaç duyuyordu. O döneme kadar da şiddeti, cinselliği ve cesareti fazla içeri sokmayan ülke bir anlamda bu durumdan bir ‘cüret’ aşılıyordu.

 

Bunun yanına auteur jenerasyonu olarak anılabilecek Yeni Hollywood eğiliminden yönetmenler eklenirken, korku ve bilimkurgu A sınıfta atılım yaptı. İstismar filmlerinin üretimi artıp korku fark yaratmaya başladı. Çok diktatör sansür kurallarının yıkılmasıyla yedinci sanatın, popüler sinemanın vizyonu genişledi adeta. Bu konuda Roger Corman, William Castle gibi yönetmenler bir püf noktasıydı. Onların kendi ‘ucuz’ korku filmi üretimlerini stüdyolara kabul ettirmeleri veya zanaatlariyle dikkat çekmeleri bir bakıma yurt dışı esaslarındaki ‘sanat filmi’ düşüncesinin bir başka versiyonunu sunuyordu.

 

 

 

Bu özgürlük de “Röntgenci” (“Peeping Tom”, 1960), “Sapık” (“Psycho”, 1960) gibi ‘gerçek hikaye’ye odaklanan ya da kültürel sorunlara dikkat çeken ‘realist bir korku filmi’ alt türünün doğmasına kadar uzandı. Bu da neydi? Kesme biçme filmi olarak anılabilecek bu alanın, bir seri katilin izinde şiddeti ve gore (kan dozu) sıfatını öne çıkaran canlandırmasıydı. Artık canavarlar, hayaletler ve cadılar devre dışı kalıp, ‘öteki’ yaratımı için devreye giren ‘efektler’ de bir kenara çekilecekti. Psikolojik hareketlenmeler ve kült olan ‘slasher katilleri’ de bir oluşumu var etti. İstismar filmlerinin fazlalaşmasıyla ve İtalya’da giallo (daha ziyade Dario Argento adıyla bilinen kültürel stilize seri katil filmi) filmlerinin doğmasıyla paralel bir seyir izlendi.

 

Tekinsiz bölgelerde veya modern şehirde yaşanan korku da bir anlamda ‘derin Amerika’ yüklenen, saklı bir şiddet algısının açığa çıkmasına yaradı. “Röntgenci” ve “Sapık”taki karakterlerin anneleriyle ilişkileri bir ‘Oedipus kompleksi’ incelemesi de sunarken, iki katil yarattı. Norman Bates ve Mark Lewis biri oteline gelenleri ‘annesinin emirleriyle kesen’ , diğeri kamerasıyla röntgenleyip cinayet işleyen, kıyım yapan karakterler olarak iz bıraktılar.

 

 

 

Roger Corman’ın “The Pit and the Pendulum” (1961) ile bunu ‘gotik mimari’nin içine geçirmesi, adeta malikanenin altındaki ‘işkence aleti’yle insanları doğrayan bir seri katil yaratması da manidardı. Ancak esasen 70’lerde Ed Gein ve Boogeyman hikayelerinin ya da efsanelerinin katkılarıyla  “Teksas Katliamı” (“The Texas Chain Saw Massacre”, 1974), “Cadılar Bayramı” (“Halloween”, 1978) ile çıkışa geçti bu alan. İlkinin belgesel estetiği ile, ikincisinin uzun planlarla örülü atmosfer düşüncesiyle örülmesi önemliydi.

 

Artık gençlere ‘ahlak bekçiliği’ yapan, her sevişene ya da bekaretini bozana bir ‘testere’ ya da ‘cinayet aleti’ armağan eden bir şablon vardı. Gençlik filmiyle iç içe geçen bir şablon üredi. Bunun adı ‘teen-slasher’ idi. Ancak önemli olan bunlardan birincisindeki ‘derin Amerika’ düşüncesinin, güneydeki ‘southern gothic’ tanımıyla iç içe geçerken ikincisinin banliyödeki mahremiyet sıkıntısına, aşırı konformizme dikkat çekilmesiydi. Komün ya da toplu yaşama eleştiri okları yönelirken bunlar, şimdilerde bozulmaya çalışan formüller oluşturdular. Tobe Hooper ve John Carpenter’ın isimlerini de, kendi markalarının anılmasını sağladılar.

 

Vantriloklu ve psikolojik “Magic” (1978), alet çantasıyla işleyen “Toolbox Murders” (1978), metrodaki buhran gerçekliğe ya da katil filizlenmesine odaklanan “Raw Meat” (1973) ve matkap ile bir şeyler yapan “Driller Killer” (1979) da, ‘dinamik örnekler’ olarak dikkat çektiler. 80’lerin daha ziyade ‘video nasties’ kavramıyla anılan formatına ‘öncül örnek’ teşkil etmeye yaradılar.

 

 

 

“Prom Night” (1980), “13. Cuma” (“Friday the 13th”, 1980), “My Bloody Valentine” (1981) “Terror Train” (1980), “Sleepaway Camp” (1983), “Maniac” (1980) gibi kimisi devam filmlerine açılan birçok ‘teen-slasher’ filmi o zamanlarda devreye girdi. Bunların cezalandırıcı görevleri de bu furyayı adeta zıvanadan çıkardı. Ancak Wes Craven, 70’lerdeki “Soldaki Son Ev” (“The Last House on the Left”, 1972) ve “Tepenin Gözleri” (“The Hills Have Eyes”, 1977) ile bu gerçekliğe, saklanan şiddete dikkat çeken ‘yamyam’ düşünceli filmlerinin ardından bir yenilik yapıyordu.

 

“Elm Sokağı’nda Kabus” (“Nightmare on Elm Street”, 1984) seri üretimden arınıp bu şablonun içine bilinçaltını ve gerçeküstücü rüyaları/kabusları soktu. Böylece Wes Craven de alt tür için kilit bir konuma oturdu. Artık katil, kabuslarda yaşayan ve yeri geldiğinde dünyaya inebilen bir tipleme haline gelmişti. Onun bekaret sorumlusu olması veya çocukları korkutması da daha rahat çizimlerle, tabiri caizse resimlerle destekleniyordu. Banliyödeki dehşet böylece farklılaşıp ‘metafiziksel slasher filmi’ doğdu. Kabus korkusunun psikolojiyle ilişkisi devreye sokuldu. Ana karakterlerin bu alanla ilişkileri de böylece tersi istikamete yönlendiriliyordu. Sıkılmaya başlanan ‘katil niye canavar gibi ve ölmüyor?’ sorusu rafa kalkıyordu.

 

Büyük oranda bu şablonun izinde Jodorowsky gerçeküstücülüğü ile sarılan “Santa Sangre” (1989), Clive Barker’ın ‘karanlık fantezi’ düşüncesiyle yoğrulan “Candyman” (1992), TV korkusuyla iç içe geçen “Şok” (“Shocker”, 1989) ve korku edebiyatıyla haşır neşir olan “I, Madman” (1989) üredi. Son dönemde de Craven’ın ‘klasikleşen filmi’ “Asylum” (2008), “Ölüm Odası” (“Chatroom”, 2010), “Davetsiz Misafirler” (“Intruders”, 2011) gibi filmlerde izlerini ‘daha serbest’ şekilde hissettirdi. Aslında bu devrede ‘gerilim’ ve ‘gerçeklik’ daha bir doğruydu. Zira ‘istismar’dan kurtulmak esaslı hedefti. ‘Jeepers Creepers’ ile tanıdığımız Victor Salva’nın gerilime kayan “Clowhouse”ı (1989) da bu konuda başka bir örnekti.

 

 

1990’ların içinde tür kırması şablonlara giren slasher filmi, “Kuzuların Sessizliği” (“The Silence of the Lambs”, 1991) ve “Yedi” (“Se7en”, 1995) gibi seri katil filmleriyle anıldı. “Çığlık” (“Scream”, 1996) ise gerçek bir değişim habercisiydi. Bütün korku tarihini, özellikle de slasher filmlerinin klişelerini masaya yatıran Craven mamulü ürün, ‘korku-komedi’ ya da ‘korku parodisi’ olarak önemli bir yere oturdu. ‘Intertextuality’ kavramının doruğa çıktığı bir noktaya ulaştı. Brian De Palma’nın “Dressed to Kill” (1980) ile ‘ciddiyet’le ve ‘estetik’le alt türe yaptığını farklı bir şablona, daha ticari bir düşünceye transfer etti. Oradaki Hitchcock’un “Sapık” hedefini de sonrasındaki ‘teen’ sıfatlı alt tür ürünlerine uyguladı. Böylece iki ‘postmodern’ rötuş formülün etrafını sardı.

 

Bu durum artık biten slasher filmlerinin  “Geçen Yaz Ne Yaptığını Biliyorum?” (“I Know What You Did Last Summer”, 1997), “Gerçek Efsane” (“Urban Legend”, 1998), “Valentine” (2001), “Ripper” (2001), “Vahşet Partisi” (“All the Boys Love Mandy Lane”, 2006) gibi kimi devam filmlerine açılan eserlerle temsil edilmesini sağladı. Teen-slasher 80’lerin başındaki gibi yeniden canlandı, bu sefer yeni jenerasyondan gençleri hedef aldı. Biraz daha alaycı bir bakış hakim hale geldi.

 

 

“Cehennemden Gelen” (“From Hell”, 2001), “Testere” (“Saw”, 2004), “Waz” (2007), “Korku: Bir Katilin Hikayesi” (“Perfume: Story of a Murderer”, 2004), “E-Katil” (“Cry_Wolf”, 2005) gibi tür kırması filmler de bir anlamda daha önemli yere geldi. “Testere”nin oyunlu halinin yanında istismar filmini kullanan, tekinsiz seri katiliyle dikkat çeken vizyonu James Wan’ı parlattı. “Dehşet Tüneli” (“Creep”, 2004), “Venom”, “Evdeki Düşman” (“Orphan”, 2009), “Balta” (“Hatchet”, 2006) gibi örnekler de klişelerden kurtulup ‘muzip’, ‘sürprizli’, ‘katilini değiştiren’ ya da ‘gençlik hikayesinin dışına çıkan’ üsluplar belirlediler.

 

2000’lerde slasher filmlerinin yurt dışına taşması ise “Yüksek Tansiyon” (“Haute Tension”, 2003) ve “Kurt Kapanı” (“Wolf Creek”, 2005) adlı iki önemli yapıt üretti. Bunun sonucunda birincisinin yönetmeni Alejadre Aja, ‘Teksas Katliamı’nın gerçekliğini geri getirirken, gerilim, koşuşturmaca, kan, atmosfer ve tekinsizlikle ile Fransız sinemasının entelektüel metinlerini birleştiriyordu. Cinsel tercih meselesine ve daha nice temaya giriyordu. Bu yaklaşım Fransız korku sinemasında bir jenerasyon yarattı. Greg McLean ise ülkesinin gerçekliğinden bir ‘ozploitation’ göndermeli eser çıkarıp katilini alaycı hale getirerek öne çıkıyordu. 

 

 

Ancak esasen “Anatomi” (“Anatomie”, 2000), “Göldeki Hayalet” (“Strandvaskeren”, 2004), “Gen” (2006), “Üç Gün İçinde Öleceksin” (“In 3 Tagen bist du tot”, 2006), “2005: Korku Odası” (“205 – Zimmer der Angst”, 2011) gibi ABD dışındaki slasher filmi şablonlarının cesaretine yansıdı bu durum. Yani yine ‘seri üretim’e yol açtı.

 

80’lerde ve 90’ların sonunda iki kez furya olan slasher filmleri şimdilerde biraz köşesine çekilmiş bekliyor. Zira ABD’nin gerçek hikayelerinin ‘derinlik’li temsillerini ‘gerçekçi’ bir süzgeçle korkutucu yapmak, gençlere ahlak dersi vermek, birilerini kesip biçmek her açıdan eskidi. Bu da gençlik korkularında fark yaratma düşüncesini açığa çıkarıyor işin doğrusu. Kevin Williamson’ın 1998’de “Fakülte” (“The Faculty”) ile yaptığı ‘okulda alt türsel, kalıpsal değişim’ ise “İşkence Okulu” (“Tormented”, 2010), “Kara Büyü” (“Needle”, 2011) gibileriyle ‘yapılmamış’ gibi uygulanıyor.

 

Kerem Akça

 

twitter.com/kerem_akca

 

 

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter