Popüler Sinema

Paylaş
Dosyalar

İdeolojisiyle tehlikeli, şablonuyla yeniliklere açık

İdeolojisiyle tehlikeli, şablonuyla yeniliklere açık
Üye: Kerem Akça Geçtiğimiz hafta “Esaret”in vizyona girmesiyle aklımıza gelen rehine gerilimleri, “Köpeklerin Günü”nden “PVC-1”e, “Fidye”den “Sıkıyönetim”e uzanan örnekleriyle ‘dünya çapı’nda temsil bulan bir tür. Ben de alanın ‘sosyopolitik/ahlaki sorgulamalar’a odaklanan omurgasını, duruşunu, tehlikeli ideolojik bakışını ve zeki müdahalelerle sarsılıp güncellenmesinin sonuçlarını mercek altına aldım.

 

Sosyolojik veya siyasi bir yön belirleyerek yola çıkan bir alandan bahsediyoruz. Rehine gerilimi, bir bireyin bir grubu veya kişiyi ‘kaçırma’sı ile yaşananları ele alır. Bunun sonucunda da bir ahlaki hesaplaşmanın orta yerinden seslenir. Bu durum zaman zaman ideolojik anlamda tehlikeli metinlere açılsa da, zaman zaman da son derece özgün suların sözünü verir.

 

‘Rehine gerilimi’, sesli sinemanın ilk yıllarında ‘kara film’in içinde fazla sıyrılacak alan bulamamıştır. 70’lerde politik türlerin devreye girmesiyle alevlendikten sonra 90’larda bir şekilde ‘aksiyon filmleri’nin arasında ‘seçenek’ olarak Hollywood’a girmiştir. Çeşitli ülkelerde ‘bozucu’ hamlelerle sarılması ise bir anlamda sinemasal gelişimini idame ettirmesini sağlamıştır alanın. İdeolojik hesaplaşmanın duruşuyla ilgili incelemeler son 15 senede bambaşka deneylere malzeme edilmiştir.

 

 

Genel anlamda bakılınca ise ya “Kadın Kayboldu” (“The Lady Vanishes”, 1938) gibi ‘kayboluş’ sonrası yaratılan gizem üzerinden bir formül oluşturduğunu, ya ““Blind Beast” (“Môjû”, 1969) gibi ‘cinsel fantezi’ malzemesine dönüştürüldüğünü, ya “The Collector” (1965) gibi psikopat bir katilin seri katil ya da slasher katili olmamasıyla devreye sokulduğunu, ya  “Sıkıyönetim” (“État de siège”, 1972) gibi yapıbozucu bir gösteriye doğru yönlendirildiğini, ya “Taking of Pelham One Two Tree” gibi ‘terör’le haşır neşir edildiğini ya da “Köpeklerin Günü” (“Dog Day Afternoon”, 1975) gibi politik bir ötekileşmeyle ‘drama’tikleştirildiğini görürürüz.

 

 

Bunlardan birincisini “The Vanishing”ta (“Sporloos”, 1988), ikincisini Almodovar mamulü “Bağla Beni”de (“Atame!”, 1990) gözlemlemek mümkündür. Zira bu sözünü ettiklerimiz daha az tercih edilen rehine gerilimi metotlarıdır. Daha ziyade ‘kaçıran kişi’nin gözünden bir motivasyon yerleştirip, onun ‘mahkum’ ile ilişkisini bir ‘hapishane filmi münferitliği’ ile anlatmak ana şablondur. “The Collector”ın bu konudaki ‘korku’yla akraba etkisi ise “Ölüm Kitabı”nda (“Misery”, 1990), “Kızları Öp”te (“Kiss the Girls”, 1997), “Dehşet Odası”nda (“Captivity”, 2007) ve “The Loved Ones”da (2009) temsil bulmuştur. “Kusursuz Dünya”da (“A Perfect World”, 1993) Kevin Costner’ın bir çocuk ile girdiği ‘baba-oğul’ ilişkisi, “Olağanüstü Bir Hayat”ta (“A Life Less Ordinary”, 1997) durumun aşka kayması bu noktalarda farklı yönelimlerdir. 

 

Elbette “Köpeklerin Günü”nün “Killing Zoe” (1993), “Albino Alligator” (1996) ve “Çılgın Şehir” (“Mad City”, 1997) gibilerindeki ‘zoraki birliktelik’e ya da ‘olması beklenmeyen suçluluk’a uzandığını da biliriz. Ancak 90’ların sonunda üreyen rehine gerilimleri; “Ağlatan Oyun” (“The Crying Game”, 1992), “Merhaba Yoldaş” (“O Que É Isso, Companheiro”, 1997) gibi politik taraflı tür filmlerinin ötesinde bir babanın çocuğuna aşkı veya eşine sevgisi gibi konularda ‘tempo’yu yükselten bir ‘kanırtma’ya varır.

 

 

“Fidye” (“Ransom”, 1996), “Tuzak” (“Breakdown”, 1997), “Rehine” (“Hostage”, 2005), “John Q” (2002), “Sakın Konuşma” (“Don’t Say a Word”, 2001), “Rehine” (“Alpha Dog”, 2006) gibi böylesi akılda kalmayan ürünler devreye girmiştir. Ancak esas olan “Ölümcül Oyunlar” (“Funny Games”, 1997) ve devamında ‘stil numarası’ ile bu ‘sınıfsal çatışma’yı devreye sokan ‘Amerika dışı’ ayrıksı örneklerin sorumluluğudur. “Everybody’s Famous!” (“Iedereen beroemd!", 2000) gibi Hollywood’un farklı bir sevgi üretimine kayan Avrupa filmleri ürese de “Tanrıkent”in (“Cidade Deus”, 2002) devamında “Secuestro Express” (2005), “PVC-1” (2007) ve “Dehşet Evi” (“Secuestrados”, 2010) gibi stil numaralarıyla bu şablonun etrafını saran ve ‘çatışma’yı anlamı kılan Güney/Latin Amerika mamulü eserler devreye girmiştir.

 

“Ölümcül Oyunlar”ın geriye sarma meselesi ve beyazla gelen yabancılaşma evreni, bunlarda bir görsel deneye çevrilip ekran bölme tekniğinin hakim rolü, plan sekanslar ve “PVC-1”n ‘tek plans sekanstan oluşma’ düşüncesiyle güncellenmiştir. Bu durum da bir anlamda Güney Amerika’daki sınıfsal uçurumu bir ahlaki muhasebeye çevirirken serbest suç filmlerinin arasına bu türü de yerleştirmiştir. Bir anlamda ‘ahlaki ders verelim’ düşüncesi geri plana itilip minimalize edilmiş, ‘atmosfer’ önemli hale gelir bir duruşa oturtulmuştur.

 

 

Ancak tabii ki “Arabulucu” (“The Negatiator”, 1998) ve “Telefon Kulübesi” (“Phone Booth”, 2002) gibi biri ‘arabuluculuk’ birimi üzerinden, diğeri ‘tek bir telefon kulübesi klostrofobisi’nden fark yaratan eserleri de unutmamalı. Bir süre sonra bu ‘oğlunu kurtarmak isteyen ve güçlenen babanın adalete karşı gelmesi’ odağından sıyrılan eserler, bir anlamda bunlardan ikincisinin ekran bölme tekniği zekası, suikast mizanseni ve yozlaşmış kapitalizm canavarı ile anlam kazanmıştır. 

 

“Ölüm Hattı” (“Cellular”, 2004) ve “Gazap Ateşi”nin (“Man on Fire”, 2004), interaktif bir estetik yaratarak ‘aksiyon’u öne çıkaran yönetmenlerin işlerini sunmaları da önemlidir. Bilgisayar oyunu geleneğinin izinde bir ‘hızlanma’ sağlamıştır bu durum. Bunlardan birinde kız, birinde annenin kaçırılması böylece bir ‘anlam’ kazanır. “Cecil B.” (“Cecil B. Demented”, 2000) gibi sinema yönetmenlerinin adlarını ‘takma’ olarak alan bir grubun bir ünlüyü kaçırmasını ele alan John Waters filminin ‘anarşist’ duruşuyla eğlendirmesini, absürt durmasını da unutmayalım. Zira “Esaret” (“A Moi Seule”, 2011) temsilinde tabanları alınan rehine olayının, başına ve sonuna ‘flashback parçaları’ ekleyerek bir Costa-Gavras dinletisi sunması da ayrı bir mesele...

 

Lafın özü birini gözüne kestirme, kaçırma, bir şekilde ahlaki sorgulamaya tabi tutma ve bundan zevk alma düşüncesi, ‘psikopat’lık, ‘gerilim’, ‘sosyopolitik metinler’, ‘anlatı denemeleri’ ile karşımıza çıkarıldı. Ancak esas olan kaçırılan bireyin peşine düşen gözü yaşlı babaların adalet mücadelesinde ‘süper kahraman’laştırılmasıyla oluşan sonuçlardı. Eğer ‘rehine gerilimi’ bunlardan sıyrılıp “The Collector”, “Köpeklerin Günü” ve “Sıkıyönetim” klasikleriyle temsil edilmesi bir tarafa, günümüzde “Dehşet Evi”, “Ölümcül Oyunlar”, “Cecil B.”, “PVC-1” gibi daha yaratıcı yönetmenlerin işlerini sunarsa, hem buradaki ‘işddet yanlısı’ duruşundan arınır hem de kalıcı bir alan haline gelebilir. Şimdilik ise Hollywood’a karşı bir ‘yükseliş’ hakim...

 

 

 

Kerem Akça


twitter.com/kerem_akca

 

YORUMLAR

Ziyaretçi Gönder

HABERLER

43. İstanbul Film Festivali 17-28 Nisan’...

43. İstanbul Film Festivali  17-28 Nisan’...

Melisa Uzunarslan'ın "Geçmiyor Günle...

Melisa Uzunarslan'ın "Geçmiyor Günle...

Yakup Tekintangaç'ın Yeni Kısa Filmi &quo...

Yakup Tekintangaç'ın Yeni Kısa Filmi &quo...

Gezinti

İletişim
Bize Yazın:


Gönder Max. 1000 karakter
Populer Sinema: #txt
Mesaj Gönder:
Gönder Max. 1000 karakter